17 Aralık 2008 Çarşamba

yerli malı


* Birçoğumuz için artık sadece nostaljik çağrışımları olan sözcükler bunlar. Yeli Malı Haftası… O kadar… Başka da bir anlam ifade etmiyor. Bilinçli bir biçimde bilinçleştirilen millete şimdi krize karşı yerli malı kullan deniyor. Yarım yüzyıldan fazla bir zamandır yerli sanayiyi adeta özel bir gayret sarf ederek yok eden, Amerikan malının kompradorluğunu, hayır aslında uşaklığını yapan zihniyet şimdi böyle diyor. Geçiniz efendim, o devir mazi oluştur. Yaşlı kuşaktan yerli malı haftalarına dair hoş hatıralar dinleyelim artık.
* Örneğin ilk yerli otomobilimiz olabilecek olan “Devrim”in devrilmesiyle, piyasanın önce malum çevrelerin “işbirlikçiliği ve işbilirlikleriyle” Fiat’a peşkeş çekilmesiyle, şimdi de alayının iliklerine kadar yabancı menşeli olduğu bir sektörün temelli bir hâkimiyet kurmasıyla oluşan bir otomobil pazarında mı yerliliği tercih edeceğiz. Hangi yerliliği tercih edeceğiz?
* Kritik her bir noktası “babalar gibi” özelleştirilip yabancılaştırılan ülkemin nasıl bir halinden bekliyorsunuz bu hassasiyeti? Vatandaş olamaya dair hemen hemen tüm inceliğini, duyarlılığını kaybetmiş bir topluluktan mı umuyoruz bunu? Siz “bedava”dan bahsedin. Siz “cebimize ne girecek,” ondan bahsedin. Siz hele şu seçim zamanında, üstelik kışta kıyamette “kömürden” bahsedin. “Çin kömürü olsa da yakarım!” bilincinden(!) bahsedin. Gerisi hikâye…
* Ama yine de en masum haliyle “bir gün gelecek, hakiki yeli malı haftaları da kutlanacak” idealindeki bilince de selamımızı çakalım. (Ve üstat İhap Hulusi’nin konuyla ilgili bir “eserini” paylaşalım.)

tribün terimleri/7

o golü babam bile kaçırmazdı
Bu tip isyanlarda “baba” kelimesi yerine futbolla pek alakası olmayan bir başka aile efradı, hısım akraba, konu komşu, mahalleden biri, okuldan mıymıntı bir tip, işyerinin en hımbılı da getirebilir pek ala. Yaratılmak istenen dramatik doruğun veya çevrenin ilgisini çekebilecek mizahi bir unsurun doğaçlamasına göre birileri olabilir “baba” kelimesinin yerinde:

* O golü ebem bile kaçırmazdı.
* O golü rahmetli dayım bile atardı mezardan çıkıp.
* O golü bizim Kerim bile atardı. (Kerim bana kızacak şimdi, biliyorum: ))
* O golü…

Haddizatında futbol tribünden göründüğü gibi değildir.

* Saha koşulları vardır
* Havanın durumu vardır
* Rakip vardır yahu
* Sahada börtü böcek vardır
* Topun sekmesi, kayması, oynaması vardır

Bir futbolcunun, uygun görünen şartlarda bile golü kaçırmasının bir kamyon somut, fiziki, nesnel, psikolojik gerekçesi mutlaka vardır. Şimdi burada şeytanının avukatlığını filan yapmıyorum. Lakin, hiç kimse keyfinden gol kaçırmaz her halde, diyorum. O “kitlesel haz anı”ndan kim kendini mahrum bırakmak ister, tam da o anın “esas adam”ıyken…

Sonuçta o golü ben de kaçırırım, sen de kaçırırsın.

Hele Kerim Efendi o topa hamle bile yapamaz; kilosu müsait değil.

bayram akgül'ün açıklamaları

17 Şehirle Uğraşamam
Bank Asya'da yer alan tüm rakiplerin şehir takımı olduğunu anlatan Başkan Akgül, "Rakiplerimiz valisinden, belediyesinden, milletvekilinden, işadamından destek alıyor. Seçim senesi olunca belediyeler rakiplerimizi destekliyor. 17 şehrin valiliği, siyasileri, belediyeleri, milletvekilleri, işadamlarıyla hem maddi hem de manevi ben tek başıma nasıl uğraşayım. Boy ölçüşmem imkânsız." dedi...


Beraber Yapalım
Adanaspor'un sürekli şirket takımı olmakla suçlandığına dikkat çeken Bayram Akgül, "Şirket takımı diyorlar, biz de buyurun diyoruz kimse yok... Gelin beraber yapalım, taşın altına elinizi koyun diyoruz yine kimse yok.. İnanın ne yapmamız bekleniyor onu da çözebilmiş değiliz..Açık açık kimse karşımıza çıkıp konuşmuyor. Şehrin bir şekilde Adana'ya, Adanaspor'a sahip çıkması gerekiyor." şeklinde konuştu...


Protokolün Hali
"Desteğin olmadığı yerde destek var diyemem... Protokolde hiç kimsenin olmaması çok acı. Seçim senesi ve biz hariç bütün takımlar destek alıyor." diyen Akgül, "Ara transfer bütçeyle alakalı. Kaç haftadır tribünlerde sahipsiz Adana diye bağırılıyor. Bu mesajlar bir yere gidiyor diye düşünüyorum. Kaç tane ilginç pankartlar açıldı. İnsanları yargılamak benim tarzım değil, ama sahipsiz bir kent ve şehir var ortada." ifadesini kullandı.


Nereye Kadar

"Ben Bayram Akgül olarak bu işi tek başıma nereye kadar götüreceğim?" sorusunu Adanalılara yönelten Adanaspor Başkanı, “bana neciliğin” artık bir kenara bırakılması gerektiğini savundu... Bu kadar duyarsızlığın sebebini de anlamadığını belirten Bayram Akgül, maddi ve anlamda hakikaten bu işin çok zor olduğunu, bir şekilde kendisinin yalnız bırakılmaması gerektiğini de sözlerine ekledi...


Hedef 30 Puandı

Pazar günü karşılaşacakları Altay'ın iyi bir takım olduğunu ve Süper ligi hedeflediğini hatırlatan Başkan Akgül, "Aldığımız altı puanla ölü toprağını üzerimizden attık ve takım havaya girdi. Altay netice ne olursa olsun 90 dakika maçı bırakmayan bir takım. İlk yarıyı 20 puanın üzerinde tamamlamak istiyoruz. Sezon başında gönlümden ilk yarı için 30 puan hedefi vardı. Çok puan kaybettik, önemli maçları kazansaydık daha iyi durumda olurduk." diye konuştu...

altay 1 / adana 0

Bu Kez Altay

Karabük maçında yaşadığımız sevinç İzmir deplasmanında bu sefer üzüntüye dönüştü.

Yediğimiz son dakika golü “en az bir puan” hedefimizi ıskalattı. Radyodan dinlediğimiz kadarıyla dengede götürdüğümüz maçta dakika 88’de Cem Karahan’la mutlak bir gol pozisyonundan yararlanamadık. Devamında kazanılan serbest vuruştan oluşan pozisyonda golü yedik ve haftayı puansız kapattık.

Haftaya rakip Samsun ve onlar da Sakarya’dan aldıkları moralle gelecekler buraya. Emre ve Kbong kart cezalısı. Bundan sonraki mücadele ilk yarıyı 20 puanla kapatmak için olacaktır.

12 Aralık 2008 Cuma

güneş hala turuncu doğuyor


* Hala turuncu doğuyor güneş
* Çocuklar bir bayram şenliğinde yaşıyor hayatı
* İnadına direniyor çiftçi, memur, esnaf
* Yoksulluk kıramıyor direnci
* Bir aşkla anlatıyor öğretmen
* Öğrenciler vazgeçmedi geleceğinden
* Güneş hala turuncu doğuyor
* Hala turuncu doğuyor güneş
* Tarlalarda pırıl pırıldır sabah
* Bahçeler ışıl ışıl
* Portakallar dallarında birer turuncu evren
* Hala simgesidir buraların pamuk
* Aşığız tutuklarlarımızla
* Arkadaşlıklar kıymetlidir, dostluklar, sevgiler
* Özlüyoruz uzaklara gönderdiğimizi, yıllardır görmediğimizi
* Yaşıyorsak umut vardır
* Geride kalanlar da düşürmez bayrağı, biliriz
* Kalbimiz attıkça heyecanımız da vardır inancımız da
* Ki biz çıkmaz sokaklardan çıkmıştık aşka
* Zoru severek yol aldık
* Başımızı öne eğmedikçe görürüz, hala turuncu doğuyor güneş
* Sen de kaldır başını bak, gök ışıyor
* Güneş hala turuncu doğuyor

altay ve biz

Altay ve Adanaspor

İstatistikler futbolun vazgeçilmez argümanlarındandır. Hem “futbolda dün yoktur” sakızı çiğnenir hem de geçmişe dair bir ton belge, sonuç paylaşılır maçlardan önce. Korkunç bir sektörün ucundaki kırıntıları toplayanlara, gazetelere, televizyonlara, yazıcılara ve yorumculara da malzeme lazım, değil mi?

Biz de bir istatistik araştırması yaptık ve Adanaspor-Altay maçlarının son on sonucuna ulaştık. Paylaşalım yakın tarihten uzak tarihe doğru:


03–04–2005 / 1.lig: Adanaspor - Altay: 3–2

31–10–2004 / 1.lig: Altay - Adanaspor: 1–0

20–04–2003 / Süper lig: Adanaspor – Altay: 5–2

02–11–2002 / Süper lig: Altay – Adanaspor: 0–4

23–02–2002 / 1.lig: Adanaspor - Altay: 6–1

15–09–2001 / 1.lig: Altay – Adanaspor: 1–1

07–05–2000 / Süper lig: Adanaspor – Altay: 1–0

08–01–2000 / Süper lig: Altay - Adanaspor: 2–1

16–05–1999 / Süper lig: Adanaspor – Altay: 2–0

06–12–1998 / Süper lig: Altay – Adanaspor: 3–2


* Buna göre son 10 maçın altısını biz kazanmışız.
* 3 yenilgimiz ve 1 beraberliğimiz var.
* O tek beraberlik deplasmandan gelmiş.
* Evimizde hiç yenilmemişiz.
* O altı galibiyetin biri İzmir’den.
* 25 gol atıp 12 gol yemişiz.

Altay’la son 10 yılık ve 10 maçlık maceramız böyle. Biz Altay’ı hem futboldaki duruşu hem de onlara tutan şansımız için seviyoruz. Özellikle ikinci nedenden dolayı bu hafta itibariyle de sevmeye devam etmek istiyoruz: ))

oluşum


Turuncu Platform

* Proje üretmek kurumların işidir, diye düşünürüz çoğu zaman.
* Onun organizasyon ağı içinde gerçekleşir.
* Çünkü bu projelerin “hayata geçirilmesi” söz konusudur, bu da doğrudan doğruya parayla ilgilidir.
* Yoksa tek tek hepimizin projeleri vardır.
* Ama o kadar. İşin sonu bu aşamada “keşke olsaydı”lara dayanır, tıkanır kalır.

Bu girizgâhın ucu yine Adanaspor’a çıkacaktır, evet.

Taraftar doğaldır ki aynı zamanda “hep birtakım beklentileri olan topluluktur”. Tabi ki bu beklentiler takımın başarısı içindir. Güzel bir şeydir bu.

Fakat kanımca günümüzde bu taraftar profili de değişmelidir, değişmektedir, değişecektir, değişiyordur (uygun kelime gözlemlerinize göre yerleşsin oraya).

Evet, değişiyor.

Artık elini taşın altına koyan taraftar bilinci söz konusudur. Tribünün dışında da…

Tanık oluyorsunuzdur formlarda, yorumlarda “biz ne yapabiliriz” yaklaşımlarına.

Bireyler tek başına çok büyük bir maddi gücü yoksa bir şey yapamaz, böyle bir gücü varsa zaten yöneticiliğe soyunur o anlamda bir heyecanı varsa. Ama çeşitli projelerle bir komuoyu oluşturmak, buradan yeni bir dinamizm taratmak da pek ala mümkündür.

Ve işte;

* Belirli bir etkinliği; yanında tutkusu, heyecanı, Adanaspor sevdası olanlar önceden de bazı örnekleri olan bir “turuncu platform”da bir araya gelme aşamasındadır.
* Mutluluk vericidir.
* Umut içermektedir.
* Güzeldir.
* Gelişmeler pek yakındadır.

adana3 karabük2

Hakikaten Güzel Cumartesi

Zor da olsa yendik Karabük’ü. Ama biz Karabük’ü zaten hep zar zor yenmedik mi! Sabır, demiştik onları yenmemizin sihri. Ve Adanaspor bugün de sabır, mücadele, inatla yendi. Kaçtık kovaladılar. Kısaca mevzu buydu. Son golü de öyle bir dakikada attık ki, artık onlar açısından yapacak bir şey yoktu.

Galip Gelmenin Keyfi

Galip gelmenin lezzeti hiçbir şeyde yok. Daha güzel olan ise gol ayaklarıydı. Fevzi, Emre, Yunus… Bu goller, aynı zamanda onların moral olarak kendine dönüşlerinin belgesi olsun. Daha da güzel olan futbolcuların maç sonunda taraftarla turuncu-beyaz çekmeleriydi. Mesaj şudur tribüne: Biz yüreğimizle mücadele ediyoruz aynı zamanda. Bizi değerlendirirken oradan sahadaki tüm koşulları da hesaba katın. Yenilmekten haz aldığımız filan yok.

Maç

Maça dönelim. Kontrollüydü yine Adanaspor. Sabretti gol için.

* Fevzi serbest vuruştan attı ilk golümüzü. (Buna Fevzi’den çok biz sevindik. Bizce elinden gelenin fazlasını yapan, yapmaya çalışan Fevzi önceki haftalardaki protestoları zaten hak etmiyordu.)
* Golü bulduktan sonra onu koruma düşüncesi biraz panik yarattı ve ilk yarının son saniyesinde yediğimiz gol hem takımın hem de tribünün dengesini bozdu.
* İkinci yarı bu keyifsizlikle başladı.
* Rakip de ilk dakikalarda üstün göründü bu anlamda.
* Ahmet Yıldırım’ın sakatlanıp oyuna devam edememesi biraz canımızı sıkmadı değil. Defansta ve defans önünde çok önemli bir oyuncumuzdu o.
* Sonra Hoca ilk yarıda bir sakatlık yaşayan Mbilla’yı oyundan aldı ve Emre’yi sahaya sürdü.
* Emre de buluştuğu ilk topu gol yaptı.
* Sevinci görülmeye değerdi.

İlk yarının sonunda zaten basit bir gol yemiştik, ikinci yarıda da bir köşe vuruşundan aynı kolaylıkta bir gol yedik. Gol için biz o kadar emek verirken yediğimiz basit goller gerçekten acı veriyor.

* Derken yine 2. yarı oyuna giren Yunus, geçen sezon yaptığı gibi son dakikada attı golünü Karabük’e ve bize 3 puanı getirdi.

Bugün

Bugün futbolcularımız daha çok çalıştı. Hoca yerinde müdahaleler yaptı. Bu maçtaki galibiyetin övgüsü onlaradır. Taraftar da bugün daha çok sahiplendi takıma. Çatlak ses yok muydu? Vardı, ne yazık ki hep olacak. Bakın, Türk takımlarının bundan böyle rüyasında bile göremeyeceği UEFA, Süper kupa sevincini yaşatan Galatasaray bile taraftarının protestosuna maruz kalıyor. Birileri hala “futbolda dün yoktur vefasızlığına demir atmış”. Futbol tribünde böyle, yapacak bir şey yok.

Sonuç olarak bu güzel, hem de çok güzel bir galibiyettir. Keyfini sürelim. Ve asıl bombayı haftaya Altay deplasmanında patlatalım. Olmaz mı?!!

adanaspor karabük

Güzel Cumartesi

Epeydir bu kadar iddialı değildik evimizde. Son haftalardaki maçlara bakınca bu hafta 3 puana daha yakın olduğumuz bir karşılaşmaya çıkacağız. Öyleydi ki kaybetmekten kimyamız değişmişti. Ne kadar dirensek de bir tedirginlik vardı her maçta. Taraftar olarak bu bizde vardı, çok daha fazlası elbette futbolcularımızda baş göstermişti bu lanet duygu. Malatya’dan alınan puanlar nefes almamızı sağladı.

Karabük

Bir de öncekilere göre nispeten daha zayıf bir takımla oynayacak olmamız güvenli konuşmamızın önemli bir nedenini oluşturmaktadır.

Metin Yıldız’ın geldiğinden beri yaptığı açıklamaların, sergilediği tavrın da bence özellikle futbolcular üzerinde olumlu etkileri olmuştur. Malatya galibiyetinin temelinde de bu vardır. Şimdi “Karabük’ü nasıl yeneriz”in senaryosunu, birçok olumlunun sıralanacağı bir olay örgüsüne bağlamaya o kadar gerek olmayacağı düşüncesindeyim. Çıkacağız, yine mücadele edeceğiz, maç bitene kadar savaşacağız ve kazanacağız. Çetin bir maç olacak. Çünkü rakip de zor durumda ve 3 puanı en az bizim kadar istemekte. Onlar, maçı tek puana bağlamanın da kendileri açısından bir avantaj olacağını kabul edip golsüz geçen zamanın bizi gereceğini düşünerek kontrollü oynayacaklardır. Güngören’in de yaptığı gibi, “vur kaç” taktiğiyle pusuya yatacakları düşüncesindeyim. Tam bu esnada takıma ve taraftara düşen sabırlı davranmaktır. Geçen seneyi unutmamalı; iki maçta da Karabük’ü sabırlı ve inatla oynayarak yenmiştik.

Avantaj

Bu maç ayrıca bir avantaj sağlamaktadır bizim açımızdan, şöyle ki; rakip buraya bu kez bir şampiyonluk dönümü için gelmeyecek, daha risksiz oynayacak. Oyunun kontrolü de böylece bizde olacaktır. Ama bir “Karşıyaka maçı misali kontrol” söz konusu olursa, yani gol noktalarına etkili bir biçimde sarkamazsak, Karabük o zaman buradan istediğini alıp gidecektir. Bunun çözümü de Metin Yıldız’da olacaktır. Bir çözümün mutlaka olacağına inanıyorum.

Galibiyet


Galibiyet doğaldır ki her takıma “ilaçtır, vitamindir, enerjidir, inanç takviyesidir”. Her iki takım da haftalar sonra gelen bir galibiyetin moraliyle çıkacaktır bu maça. Lakin evinde oynamanın avantajını kullanmak zorunda olan Adanaspor’dur.

Hem siz de iyi biliyorsunuz ki Adanaspor dönüm maçlarında, özel bir motivasyon, tutku, iddia isteyen maçlarda bir başka oynamaktadır. Bu da ayrı bir avantajdır bizim için.

Altay’a Doğru

Cumartesi günü 13.00 itibariyle oynayacağımız Karabük maçını kazanırsak, ki kazanacağız inancım tamdır, bir sonraki Altay maçı bizim için nostaljik çağırışımı olan bir skora gebe olacaktır.

tribün terimleri/6

penaltımız verilmedi

Biraz daha küçük yaşlarda kullanılan bir yenilgi gerekçesidir (en azından benim için böyleydi). Eve öfkeli, kederli dönüşün makul bir izahı olmalıydı söz konusu hazin yenilgiden sonra. Hani yenildik ama… Sokağa girince kızdıracak “ötekiler”. Birileri takılacak.

* “Yahu biz aslında iyi oynadık. Ne yaparsın ki düdük hakemin elinde. Bazı şeyleri aşamıyorsun, sen istediğin kadar mücadele et.”

Biz asında tam da o anda “vaziyeti idare etmeye” çalışıyoruzdur. Nasıl diyeceksin, herifler bizi eze eze yendi. Kötüydük. Mecalimiz yoktu. İki pas yapamadık…

“Bu haftayı nasıl kurtarabiliriz?” derdindeyizdir.

* Evet, bir zalim hep vardır.
* Kader zaten gülmez bize.
* Federasyon şöyledir, hakemler de böyledir; ki penaltımız verilmemiştir.

Her taraftarın gerektiğinde başvurduğu bir bahane, bir teselli limanı olduğundan bu savunmalı suçlama anlayışla karşılanır ötekilerce de.

O haftanın salvoları da böylece atlatılacaktır.

Yani; penaltılarımız verilsin, takım galip gelsin ve böyle bahanelerimiz olmasın. Bu da yazımızın ana düşüncesi olsun: ))

1 Aralık 2008 Pazartesi

1 maç bir diyalog

Fatih’le konuştuk maçı. Şöyle gelişti diyaloglar:

- Umut var mı Fatih?

- Var abi!

- Gerçekten mi be?

- İnan takımı tanıyamadık resmen.

- Nasıl yani?

- Hatta aramızda takıldık “bu bizim takım mı?” diye.

- …

- Takım çok iyi mücadele etti.

- Oh be!

- Sahada çok iyi mücadele vardı. Koşan, hırslı, yüreğiyle oynayan topçularımız vardı gerçekten.

- Biraz da işimiz rast gitti sanki.

- Ama bu iş zaten öyle değil mi abi. Biraz felek bizden yana olacak. Ama bizimkiler gerçekten çok fena savaştı. Takım “Ben buradan puanla, hem de üç puanla gideceğim.” dedi resmen. Yani bunu orada canlı canlı gördük. Şans filan değildi yani.

- Ne güzel be… Valla içim ferahladı.

- Bak ne diyeceğim, belki abartıyorsun diyeceksin, “her maç böyle mücadele etsinler, biz bu kadroyla değil ilk 6, valla ilk 2’ yi zorlarız.”

- Eyvallah! Ama yine de transfer olsun be: )) Neyse...Sağ ol kardeş. Kısmen de olsa aydınlattın bizi.

- Ne demek, her şey Adanaspor için: ))

nihayet

Sonunda Oldu

Bu başlığı atmayı, bu yazıyı yazmayı çok bekledik. Düşünün bir, 6 haftada 1 puan… O fena seri adeta maneviyatımızı bozmuştu. Neler oldu o zaman zarfında:

* Arada yine hoca değişti,
* Mevsim sonbahardan kışa döndü, portakallar en olgun mahsullerini verir oldu,
* Ekonomik kriz sonunda başbakanı da vurdu,
* Okullar 1. dönem veli toplantılarını yaptı;
* Fatih, askerlik hazırlıklarını tamamladı,
* Ali Cem adlı yıldız, kaydı ve dünya evine girdi,
* “Issız Adam” romantiklerce pek beğenildi,
* FB iki derbiyi de aldı,
* Beyaz-zenci Obama ABD’ye başkan oldu.

Daha bir sürü şey oldu. Adanaspor’umuz da 5 yenilgi aldı. Olacak gibi değildi, ama oldu o kötü sonuçlar. “En kötü ne olur” diye bir tahmin yürütseydik o 6 hafta için, “1 tek puan” en kötümserimizin bile aklına gelmezdi herhalde. Ama işte bizi hayata bağlayan, önceki yazımızda da bahsettiğimiz gibi, bizi komadan çıkaran galibiyet sonunda geldi, üstelik bir deplasmandan geldi.

Şimdi yine şampiyonluk şarkıları mı çalınacak? Hayır, son üç hafta daha sıkı geçecek! 1 deplasman, 2 iç saha… Bunlardan en çok puanı alabilmek için daha çok mücadele edilecek. Ama önümüzdeki maçın rakibi Karabük, “ne olursa olsun” Adana’dan puansız gönderilecek. Bunun için hem takım, hem tribün gereken hazırlığı mutlaka yapacaktır.

umut yolu

malatyAdana

Tribündeki dostluğu ötelere, takım düzeyinde bir “adı konmamış yakınlık” daha eskilere, internet âlemindeki dostluğu da tanık olduğumuz zamana dayanmaktadır. Bunun böyle olmasının somut nedenleri vardır, hatırlarım. Ancak bir başka yazının konusu olabilir bu. Hal böyleyken aşağı yukarı, maçın ortak tribünden izleneceğinin de söylendiği bu koşullarda Malatya-Adana maçı nasıl geçer acep? Maddeleyelim bakalım:

· “Göreceli bu yakınlık” maçın daha yumuşak bir tempoda geçmesini sağlayacaktır.

· Takımlar, “kaybetsek de puanlar yabana gitmemiş olacaktır” hissiyatında olacaktır.

· Yani belki öyle olacaktır.

· Sahaya çıkınca doğal bir biçimde oluşacak olan puan alma isteği kendine özgü yeni koşullar mutlaka yaratacaktır, ama.

· Zaten sahadaki dostluk sadece centilmence mücadelede olur, “ötesine” aklımız ermez.

· Lakin tribünde dostane bir hava mutlaka olur, bu da bizimkilerin daha rahat oynamasını sağlayabilir.

· Belki öyle olur. Yani bizimkiler belki daha az stresli çıkarlar maça. Umarım…

· Bir başka yandan bakınca, bu aralar Malatya “deplasman takımı” niteliğinde. Evinde biraz arıza veriyor. Bu hali de bizim için bir avantaj olabilir.

· “Olabilir” diyorum, çünkü Adanaspor için şimdilerde net bir şey söylemek pek mümkün değil.

· Takımın, hal ne olursa olsun, bir çıkış yapacağı muhakkak, “gün bu gündür” deyip oradan puan-puanlar almak olası.

· Zaman ve zemin son derece müsait.

· Metin Yıldız’ın açıklamaları, yaklaşımı bir umut ışığı pırlattı. Bu da bir şeyler olabilir hissini güçlendirdi.

· Malatya’dan puan almayı “birçok olumlu”nun peş peşe sıralanması ihtimaline bağladığımın farkındayım.

· Olsun, oradan eve umutla dönme “isteği” bile yeter bize.

· Son dört hafta maçları bize ayrıca bir umut ve olumlu beklenti aşılamıştır. Bu akıştan gelebilecek puanlar (hesabımıza göre en az 6 puandır, 9’a kadar çıkması bunun pek ala mümkündür) bizi komadan ziyadesiyle çıkaracaktır.

· Tüm iyimserliğimle kaleme aldığım bu senaryonun hayata geçmesi için Malatya deplasmanı çok uygundur! deyip yarını bekliyorum, tüm Adanasporlular gibi…

Kaplanpenche, artık, yırtsın bence…

tribün terimleri/5

Sabaha Kadar Oynasak …

Aslında bu bir sıkılmanın işaretidir. “Bu maçtan hayır yok. Gidip şurada iki tek atalım. Daha çok keyif alırız. Hem böyle eziyet de çekmeyiz.” anlamındadır.

Takım belki koşuyordur, ama sadece koşuyordur. Boş boş koşuyordur. “Bak ben koşuyorum ve doğal olarak birazdan yorulacağım, sonra bana sitem etme.” der gibi koşuyordur.

Mevkisini bilmeden koşuyordur. Bir kısır döngüde koşuyordur. Topu almak için değil, toptan kaçmak için koşuyordur. Topu koşturamadığı için koşuyordur. Gol atacak bir organizasyonu olmadığından koşuyordur (hay bin kunduz, haftalar önce not aldığımız şu satırlar bizim şimdiki durumumuza ne kadar da benziyor!).

Ama işte biz ille de gol isteriz, onun heyecanını isteriz, girişimizi isteriz. Bunun işaretlerini göremeyince de teşhisimizi koyarız:
“Abi, sabaha kadar oynasak da gol atamayız!”
Bunu yanımızdakine söyleriz daha çok. Acıyla haykırmayız tribünden sahaya. Çünkü bu kendimizin bir saptamasıdır, derin futbol bilgimiz, gözlemlerimiz ve tecrübelerimizle sabitlenmiştir ki kitlenin de keyfini kaçırmaya gerek yoktur. En çok yanı başımızdakiyle paylaşırız derdimizi. Bu yüzden “abi, kardeş, baba” gibi artık bilinmesi gereken bir gerçeğin ifade edilmesinin vaktinin geldiğini sezdiren samimi bir kelimeyle başlar.

Ve bir mucize olmazsa maç hakikaten öyle biter.

yenilip kaybetmemek

Kaybetmeye Övgü

İşin doğrusu iki sene üst üste şampiyon olunca kendi kendime “ne oluyoruz yahu” diye sorduydum. Tamam, güzeldir şampiyonluk, hoştur. Zafer sarhoşluğu ayrı bir lezzettedir. Adamın yolda yürüyüşü bile değişir. Bindiğin külüstür Ferrari olmuştur, boş cüzdan doluvermiştir. Kredi kartları mı patladı; vur patlasın, çal oynasın o zaman: Şampiyonuz anasını satayım!

* Lakin tüm bunlar bizim tabiatımıza aykırı şeyler.
* Bizim futbol maceramız acısız olmuyor, kebabımız gibi.
* İnanın iki senedir içtiğim rakının zerre tadı yok.
* Zaten oldum olası rakıyı keyiften içenleri, neşeyle içenleri anlamamışımdır. Onun mezesi biraz süzme, kavun, peynir vs. ise asıl yoldaşı kederdir bre.


Şimdi şimdi lezzetlendi rakı. Daha ilk kadehte kuruluyor masaya hüzün. Muhabbete ilham oluyor.

* Kadroyu yeniden kuruyoruz.
* Şu olmaz bu olur diyoruz.
* Bak bu maçı alacağız diyoruz, sonra ikinci kadehte hiçbir maçı alamayacağımız hissine kapılıyoruz.
* Bir de bakıyoruz ki üçüncü kadeh dolmuş bile.
* Bu arada hakemlere veryansın ediyoruz, işin en güzel yanı da burası. Onların hatası olmasaydı diyoruz şu kadar puan vardı.
* Veya şu da olsaydı takımda, bu da oynasaydı ulan namaglûptuk bile, diyerek coşuyoruz dördüncü kadehte.
* Derken bir mahzunluk teslim alıyor masayı hepten.

Susuyoruz. Memleket nasıl olsa kurtulur, ama ne olacak Adanaspor’un hali diyerek rakıya hakkını veriyoruz.

Evet, hüzün lazım!

Hüzün ki bize en çok yakışandır o!

hakem denen şey

F.A.

“Sana ‘Hakem Olamazsın Demedim’ Demiştim

Manisa Adana maçının ardından o karşılaşmanın hakemi F.A. için bir şeyler yazmış ve “Zagor’un Sözünde” bağlamıştık lafı; “gözümüz üzerinde olacak” diye.

* Ertesi hafta Beşiktaş maçını yönetmişti, sonra Trabzon maçında düdük çaldı. Ama bizim hafızamızda ekranın yanında bir yerde hep Manisa-Adana maçı oynanıyordu hala.
* Karşılaştırdık ister istemez ayrı maçların benzer pozisyonlarının farklı kararlarını, acı acı gülümsedik haliyle aradaki çelişkilere.
* Federasyon da hiçbir şey olmamış gibi, piyasada hiç hakem yokmuş gibi peş peşe BJK, Trabzon, Fenerbahçe maçlarına veriyor onu, vahim bir Arda vakasından sonra bile.
* Gerçi Oğuz Sarvan nezaretinde bir Adana maçı yönetti ki hazret, Emre üzerinden doğrulttu karizmayı dönüverdi devler sofrasına; ama orada bir “lokmalık” olmaya…

Üç büyük takımın maçına böyle pervasızca verilebiliyorsa F.A. art arda, demek ki nazarlarında o iyi bir hakemdir ve o vakit vay Türk hakemlerinin haline. En iyilerinden biri buysa ötekilerini görmek bile istemiyoruz.

Lakin her hafta ister istemez gördüklerimiz de bize ziyadesiyle yetiyor.

O, F.A. Manisa-Adana maçının 8. dakikasında bizim Emre’ye üst üste iki sarı kart gösterdi ya, sonra uzatmalar dâhil 98 dakikalık maçın 90 dakikasında bizi 10 kişi oynattı ya, siz şimdi şöyle düşüneceksiniz haklı olarak; “helal be, yürekli hakemmiş, maçın başında da gösteriyor kartları kimselerin gözünün yaşına bakmadan.”

* Hayır, kazın ayağı öyle değil.
* Cesaret dediğin, makul bir zamanda ve ortamda çıkar ortaya.
* Öyle her yerde cesur olamazsın (örneğin Arda mevzusu).
* Ona ayrı bir yürek gerekir ki “mangal gibi” benzetmesi bu esnada sigaranın közü gibi zavallı kalır.
* Gücü yettiğine cesurdur öyleleri.
* Ahlak, erdem, namus, mesleki haysiyet, otorite hep “yeri gelince”dir.

FİFA kokartlı hazretin son vakası bu hafta sonu oynanan Fenerbahçe maçında sahne aldı. Spor programlarının birinde izlemişsinizdir. Yine toparlayalım kendi lafımıza bağlanmak için;

*Fenerbahçeli Lugano, ama Fenerbahçeli bakın, ikili mücadelede yerde kalır.

*Pozisyon ona göre fauldür, üstelik bunun bir de cezası olmalıdır, “Fenerbahçeli” Lugano öyle düşünüyordur, kendince haklıdır da, bunu tartışmıyoruz, bu pozisyonun ve o düşüncesinin devamında FB’li Lugano ısrarla “kart işareti” yapar F.A.’ya.

*F.A. da ısrarla görmez bunu, “göremez”, görebilemez.

*FB’li Lugano işaretini ısrarla yaparken F.A. da ısrarla oradan kaçma hissiyatındadır, Lugano’nun haylaz çocuk bakışlarıyla muhatap olmamak ve durunu idare etmek için.

*Ve durumu idare eder F.A.

Oysa aynı F.A. bizim maçta Adanasporlu Emre’yi henüz 8. dakikada, sıradan bir itirazla ikinci sarıdan dışarı atmıştı.

Bu F.A.ların sorunu şu:

* Bunlar milleti belleksiz sanıyor.
* Onlarda hafıza mafıza ne gezer, diyorlardır bizler için.
* Nasılsa unutulur.

Haklılık payları yok değil, unuttuğumuz çok şey vardır aslında bir anlamda.

* Bu ülkeyi soyanı, milleti aldatanı, yalancıyı, sadakacıyı, üçkağıtçıyı, hortumcuyu, naylon faturacıyı, unuturuz.
* Yeter ki zarar direkt bize gelmesin.
* Cebimizden o anda bir şey çıkmasın.
* Yoksa devleti soyup soğana çevirmişler; aman canım, kim çalmıyor ki, der unuturuz.
* Ama bizim canımız böyle ciğerden yandı mı bakın bunu hatırlarız.
* Bir fil belleğiyle o acının peşinde oluruz. Yani unutmayız!

Bre F.A. yüzleş kendinle ve basiretsizliğinle, çık özür dile, belki bir affeden çıkar. Sadece bir hakem olarak kalma şu hayatta.

Zagor’un Sözü Bu!

23 Kasım 2008 Pazar

karanlık

Cansız, isteksiz, temposuz, pozisyonsuz bir oyunla Rize’ye de yenildik: 0–2.
• Çok şey beklemiyorduk oysa ileriki haftalar için biraz umut, diyorduk. O umut da ileriki haftalara kaldı. Bu sezon böyle, kabullendik.
• Eldeki en uygun kadroyla çıktık sahaya. Geride Fuat, Ümit, Ersan, Kerem; önlerinde Hakan, Fevzi, Yunus sonra Kbong, Mbilla en ileride de Emre.
• Eldeki kadronun un uygunu buysa halimiz hepten harap, diyebilirsiniz. Bu yoruma da katılırız.
• Maç boyunca doğru düzgün bir gol pozisyonumuz, hatta gol atağımız bile yoktu. 35. dakikadaki penaltı pozisyonuna kadar rakibin de öyle aman aman bir pozisyonu yoktu. Yine savunma hatası, içeri kaçan bir adam ve Ümit’in hamlesi sonucu penaltı.
• İlk yarı böyle bitti.
• İlk yarı biterken sağ kanattan bir iki top taşıdık, ama o kadar, taşıdığımızla kaldı.
• İkinci yarıya Ümit ve Fuat çıktı yerlerine Emre Hızarcı ve Cem Karahan girdi.
• Biraz hareketli başladık bu yarıya. Ama ofsayt kokan bir pozisyonda yediğimiz ikinci golle tüm umutlarımız da bitti.
• Bu dakikalardan sonra tribünün, hakemlere bizce haklı bir tepkisi vardı. Yediğimiz golde bayrağı kaldıramayan hakem, benzer pozisyonların hepsinde ve hata daha az tartışmalı pozisyonlarda bile kaldırdı ofsayt bayrağını. Şöyle yorumlandı bu çelişki; ben görevimi yaptım, tamam.
• Artık 2–0 iken Emre ve Fevzi’yle iki pozisyon yakaladık ki bunlar maç boyunca en net ataklarımızdı, olmadı.
Tribünde açılan “sahipsiz Adana” temalı pankartlar da bu maçın ilgi çekici diğer yanıydı. Bu haftayı da “rahat” bir yenilgiyle kapatırken sonu karanlık bir yola resmen girmiş olduk.
Not: Maç fotoğrafları, foto-yorum’da.

22 Kasım 2008 Cumartesi

21 Kasım 2008 Cuma

Rize’yi Nasıl Yeneriz?

• Forma aşkıyla yeneriz.
• Adanasporluluğumuzla yeneriz.
• Takım, tribün bir olur yeneriz.
• Her futbolcu bu işi bir onur meselesi bilir, öyle yeneriz.
• Mücadele ederek neler yaptığımızı hatırlarsak yeneriz.
• Uyuyan dev uyanırsa yeneriz.
• Ama o kadar eksikle nasıl yeneriz!
• Futbol sadece sahadaki nicelikle değil nitelikle de oynanıyor.
• Yani sadece 11’e 11 değil ki maç bu anlamda.
• Bir de “kalite” denen mefhum var ortada.
• Hani “silkinmeler” olmuyor değil futbolda…
• Ama bu durumumuz da yalnızca bir “silkinme” ile düzelir mi ki!
• Yeni hoca yeni umut, deyip bu konuya hiç girmiyoruz ve girmeyeceğiz. Yeter konuştuk bu antrenör işini.
• Peki, gerçekten yenebilir miyiz Rize’yi?
• (Vah, biz bu satırları da mı yazacaktık?)
• Keşke yenebilsek Rize’yi, birçok sıkıntı aşılırdı devreye kadar.
• Yenelim be şu Rize’yi.
• Ne iyi olur.
• Biz yine maça, yenmek umuduyla gideceğiz Rize’yi.

Yine olmadı diyelim, ne gam! Ne demişti bir şiirinde Cahit Sıtkı Tarancı:

“Korkum yok bana verdiğin elemden,
Her mihnet kabulüm,
Yeter ki gün eksilmesin penceremden.”


Yeter ki Adanaspor’umuz herhangi bir eksikliği olmasın hayatımızda.

hatırlarken


Öteki Yüzü Olmayan Madalyon

O hafta belki futbol tarihimizin en uzun haftası olmuştu. Bu, bir tedirginliğin tezahürü olan uzunluktu ve tabi ki izafi bir haldi. Gitti giderdi şampiyonluk, sıkıntı buydu. Pazar olacak ve şampiyonluk için en küçük bir umut bile heba edilmeyecekti. Öyleydi de, biz o umut kırıntısını nereden ve nasıl bulacaktık? Sonuçta bir umut aramak için de o haftanın geçmesi ve Pazarın gelmesi gerekiyordu. Ama zaman geçmiyordu, bir yerde alıkonmuştu. Durmuştu, hatta yok olmuştu.
Dünyanın en uzun gecesi bir günü diğerine bağlayamıyordu. Bir derin uyku halindeydi evren veya bize öyle geliyordu.

Bunca eziyet yetmezmiş gibi Azmi, telefonda arıyor 16.45’ten 24 saat önce “yarın bu saatlerde...” diyordu, kahkahası telefonda değil tüm kentte yankılanıyordu. Evet, yarın bu saatler… O kahkaha büyüyor, evriliyor, kara deliğin kendisi oluyor ve her şey orada kayboluyordu…
Umut bize ne kadar uzaktı; yine bir şampiyonluk, konfetiler, son tezahürat… Uzaktı, ovanın sarı sıcak ıssızlığında kayboluyordu her şey. Ah umut…
“Kaf dağını aşacaksın, üç haftada aşacaksın, kim bilir hangi noktadan kıracaksın buzu, nasıl bulacaksın nerede olduğu hatta varlığı bile meçhul o kılavuzu.

Üstelik o an bizim hedefe ulaşmamız da yetmiyordu mutlu sona. Felek, bir başka yerden de gülmeliydi bize.
Sonra her şey birden akmaya başladı. Bin yıldır indirmeyen yağmur şimdi yeşertmişti çölü. Portakal çiçeği kokusu sarmıştı şehri. Rüyalarımızdaki peri kızı görünmüştü. Belki bir “sihirle” aydınlanmıştı kâinat.


Borges, hala görebiliyor olsaydı ve maçı(ın o anını) izleseydi şöyle hikâye ederdi:

“Tüm Pagan Tanrıları oradaydı. Odin de gelmişti. Ana kıta Anadolu’nun ve Kilikya’nın en ihtişamlı töreniydi. Birazdan biri gülecek diğeri ağlayacaktı, ben böyle bir an’a şahit olmak istemezdim ya…
Bu öbür yüzü olmayan bir madalyondu. Ve olmayan yüzü göğe doğru düşünce hiç görünmeyecek, asla bulunamayacaktı. –Ki onu Kutsal Kâse Şövalyelerinden eski Babil krallarına kadar her bir maceraperest, hiç bulamayacağını bile bile, ölümüne aramıştı. Çünkü aramak amaç olmuştu…-

Ah, Alef’i yazmamış olsaydım şimdi daha derinlikli anlatırdım onu.
Aynı sayfasını bir daha hiçbir zaman bulamadığım o “Kum Kitabı” o anda somutlaşmıştı. Tekrarı olmayan anlar, tüm hayatımızın kaderini çizer ve biz onları bir daha bulamayız. Böyle bir şeydi.

Her şey o Pagan şöleninde yaşanırken kendi zamanında, ‘Kaptan’ topa vurduğunda sanki Kral Arthur, Exsalibur ile göğü yardı ve evrende başka bir boyut açıldı. Orada Alef turuncu bir ışıktı. Ben aslında o an kör olmuştum. Mutluydum bile, çünkü yerle güneş arasında ben göreceğimi zaten görmüştüm. O meşin gülle kalenin surlarını yıktığında, bu hikâyeyi ben çoktan yazmıştım.”
Derken biz, en zor geçitleri aşmış, turuncu bir günbatımında atımızı yen bir maceraya doğru sürmeye başlamıştık.


Not: Bakınız; J. L. Borges’in ” Kum Kitabı, Alef, Kurs” adlı hikâyeleri. İletişim Yayınlarından…

feyzullah küçük

Top ondayken tribün bilirdi ki bir şeyler olacak. Gol olacak veya net bir gol pozisyonu yaşanacak; taraftar sonu bilinen, belki tahmin edilen bir coşkuyla ayakta olacak. O zamanlar “takım aşkına taraftar ayağa” sloganına zaten gerek yok, çünkü Feyzullah buna tek başına bile yapabilecektir. Bilirdik.

Onun kendine özgü ve binlerle ifade edilebilecek bir taraftar kitlesi vardı. Feyzullah’ı seyretmek, futbol denen o eğlenceli etkinliğin haz alma hissini tatmin etmeye yeterdi. Bizim Maradona’mızdı desem abartmış olmam. Hatırlayanlara sormak bile yeter.

Nejat’la organize ettikleri frikikler unutulmaz. Malum noktada bir serbest vuruş düdüğüne biz penaltı muamelesi yapar öyle sevinirdik. Nejat topu hafifçe havalandırırdı, Feyzullah vururdu ve gol olurdu. Bu kadar basitti eylem.

Yine dar zamanlarımızdı, tribünün tepkisi olur olmaz yerlere isabet eden deli maytaplar gibiydi. Birinde Feyzullah’a geldi bu tepki. Ki o söz konusu maçta da en çok savaşandı. Feyzullah, kendisine yöneltilen “tepkileri” duyduğu yerden bir bakış fırlatmıştı maratona, adeta o anda buz kesmişti tribün veya bir ‘Tarantino’ filminde her şey ağır çekim seyrediyordu o zaman… Sanki bin yıl süren bir sessizlik olmuştu. Evet, bir tepki olurdu belki futbolcuya, hak edeni de vardır; ama işte o saat itibariyle uzayın boşluğunda savrulmuş o acı sözlerin muhatabı asla Feyzullah olmayacaktı. O bakıştan bu böyle bilinecekti.

Derken, ilerleyen dakikalarda o sitemkâr bakışı bıraktığı noktadan (kuzey kale arkasına, orta saha ile ceza sahası arasında bir yerden) öyle bir şut çekti ki Feyzullah, o topu ne kaleci gördü, ne ben gördüm ne de tribün gördü. Bize kalan gole sevinmekti artık. Ama Feyzullah yalnızca bir “futbolcu onuruyla” o golden sonra takımının galibiyetinin peşine düşmüştü yine, tribünden basit bir intikamın değil.

Adanaspor’un mazisine dönüp baktığınızda orada, hem de güzel bir yerde Feyzullah’ı göreceksiniz.

...“YENİLMEMİŞ” bir adam!!!

16 Kasım 2008 Pazar

bolu:2 adana:0

Ne Diyelim?

Bizim buradan yapacak hiçbir şeyimiz yok. Üzülmekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Sadece taraftarız, on binlercesi gibi... En masum, en saf, en duru Adanaspor sevgimizle yazdık, yazıyoruz, yazacağız. Elimizden gelenlerin tümü o sevgi çerçevesinde kendine bir yer bulmaktadır, her bir taraftarda olduğu gibi. Çok çok derdimizi paylaşıyoruz bu vakitler, daha önceleri nasıl sevincimizi paylaştıysak.

Şimdilerde, lirik şair Fuzuli misali “aşk acısından duyulan mutluluğu” dile getiriyoruz. Bizim, (Adanaspor için bir şeyler yazanlar olarak) gücümüz bu! Ama tanık olduğunuz gibi bu aralar Adanaspor’umuzun da gücü bu! Kim kime ne için kızabilir veya sitem edebilir ki! Birtakım yanlışlıklarla başladı sezon, öyle de devam ediyor. Herkes gibi biz de devre arasını kolluyoruz artık sonu meçhul bir beklentiyle.

Evet, Boluspor’a 2–0 yenildik. Radyodan yer yer dinlediğimize göre daha da farklı olabilirmiş sonuç. Tesellisi bu yine; büyük bir fark yememiş olmak…

Oysa biz teselli değil umut istiyorduk. Fakat her şey önünde sonunda yukarıdaki saptamaya geliyor: Adanaspor’umuzun gücü bugün itibariyle sahada gördüğümüz kadarıdır!!!

Şimdi efkârdan iki tek atmanın tam zamanıdır. Fonda da “paramparça” çalacak, Müslüm Baba’dan ama: ))

14 Kasım 2008 Cuma

bu kez olsun


Yenmek ya da Yenmemek
Şimdi gelelim Boluspor’u yenme meselesine. Veya “Bolu’yu yenebilir miyiz”e veya “Bolu’dan nasıl puan çıkarırız”a veya “Boluspor’dan puan çıkarabilir miyiz”e…
Şuracığa aklımızda kalan bazı sonuçları sıralayalım;
Gaziantep Belediye bizi Adana’da yendi, sonra evinde Orduspor’dan 4 yedi; Sakarya Karşı’yı üçledi, Karşı, Kayseri’yi Kayseri’de yendi; sonra o Sakarya Bolu’ya kendi evinde yenildi; Manisa, ligin tozunu attırıyordu ki Erciyes’ten 4 yedi; Adanaspor Diyarbakır’ı 2–1 yendi; Diyarbakır da geçen hafta hazır şampiyon Altay’a 4 çekti. Güngören’in ne yaptığına akıl sır ermiyor zaten. Yani 1. ligde (affınıza sığınarak yazacağım bunu) kör tuttuğunu… Daha adaplı söyleyelim, bu lig her bir enteresan sonuca müsait…
Yukarıda verdiğim neticelere sırtımı verip kestirmeden “o zaman biz de gideriz orada Boluspor’u yeneriz, yenebiliriz” derim. Bunu demek içimden geçse de öyle demeyeceğim.
Çünkü feleğin böyle bir cilvesi için bile sahaya çıkanların bir şeyler yapması, yaptıklarına takviyelerde bulunması şart. Ya da bu koşullarda bile sahaya “bir şeyler” yapabilecek bir 11’in çıkması şart.
Boluspor’dan nasıl puan veya puanlar alabiliriz?
• Bir kere koşullar nasıl olursa olsun Ahmet Şahin’in gol yememesi gerekiyor (ben yazıyı tam da burada bitiriyormuşum: )) ama bunun içinde önünde daha dinamik bir defans dörtlüsü elzem. Dörtlü dedim. Macera aramaya gelmeyen bir defans yapımız var, bunu unutmayalım derim. Bu dörtlün içinde bir yerde Kerem mutlaka olmalı. Ersan risk almadan oynamalı. O klasik pozisyonunda çalım atıp ilerlemeye heveslenmemeli. Zor durumdayken topu taca filan atmak bizi alçaltmaz.
• Fuat, biz o çıkışlarını sevsek de, topu alıp rakip defansın içine dalmamalı. Böyle gidişlerin dönüşü biraz problemli oluyor. Bir de ilk hamlelerde birazcık daha sakin olmalı. Mümkünse o anlardaki hamleler topa olmalı: ))
• Sağ tarafta Yunus oynayacaksa o da fiziği el verdiğince hareketli olmalı. Onun ağır hali hem kanadındaki hücum zenginliğimizi sınırlıyor hem de bölgesini koridor ediyor.
• Ahmet Yıldırım bu dörtlünün önünde bir emniyet kilidi olmalı. İleriye çıkacağı anlarda orta kulvarı tercih etmeli. Yanına, Ahmet Yıldırım için de bir miktar enerji barındıracak ve kullanacak biri monte edilmeli.
• “Müthiş” Hakan Ahmet Yıldırım’ın önünde kalmalı ve hiç korkmadan daha çok şut atmalı. İlk yarı mümkünse enerjisini biraz idareli kullanmalı. İkinci yarıya maçı koparmak için rezervde ona bir şeyler kalmalı.
• Fevzi o turuncu kramponları yeniden giymeli. Ve ona inananların yüzünü ağartmalı. Hatta bu maçta gol atmalı. Geçen maçta yaptığını yapmamalı, (kim ne derse desin, boş ver. Hem “sen izin vermedikçe kelimeler sana zarar veremez”…) kaleyi o mesafeden görünce topu o çerçeveye bu kez yapıştırmalı.
• Halit iyileştiyse mutlaka oynamalı.
• Emre! Emre de şu 1.lige nasıl bir golcü olduğunu artık göstermeli. Neler yapabileceğini hepimiz biliyoruz. Ama işte onu gol kanalarına sevk ettirecek bir akıntı da olmalı. İyi paslar alabilmeli. Topu geriden alıp ileriye taşımak zorunda kalmamalı.
• Kbong, savrukluğunu biraz toparlamalı, ayağına biraz daha hâkim olmalı. Kritik anlarda ayağına geçen şut, orta, gol fırsatlarını hoyratça harcamamalı. O kadar koşuyu bir neticeye bağlamalı.
• Mbilla kaybolmamalı, oyunda olduğunu unutmamalı. Kenarlarda unutulmamalı. Daha merkeze doğru oynamalı. (Rıdvan’ın bize oynattığı o tarzı hatırlayınız; topu alan futbolcunun rotası, otomatik pilota bağlanmış gibi, direkt penaltı noktası oluyordu. O noktaya en hızlı o zamanlar iniyorduk galiba.) Mbilla da hedefi penaltı noktasına odaklamalı.
• Adanaspor en nihayetinde sadece 3 puana kilitlenmeli.
Geçen sezon Mersin deplasmanı için İsmail Eğriparmak’ın enfes bir yorumu vardı. Yorumdan öte maçı önceden oynama olmuştu onunki. O tarzda bağlayayım:
Acele etmeyeceğiz, paniklememeli, sonuçta deplasmandayız. Maçı olabildiğince dengede götürmeliyiz. Bunu yapmamız işten değildir. 70. dakikadan sonra 3 puan için yüklendiğimizde bulacağımız gol maçı bu kez tamamlamamıza yetecektir. En sabırlı halimizle oynamalı. Orada takımı tedirgin edecek bir tribün baskısı da olmayacak nasılsa.
Evet, hemen hemen tüm Adanasporluların aklından ve gölünden geçenler aşağı yukarı bu çerçevede bir şeyler. Bana da bunları bloga aktarmak kaldı.
“…bize üç puan lazım
Hemen bu hafta lazım…”

13 Kasım 2008 Perşembe

tribün terimleri/4


Tribünlerden
Epeydir yazmıyorduk tribün deyimlerine dair bir şeyler. Vakit olmadı ki, gündem hep hareketliydi, ancak ona yetiştik.
Bolu galibiyeti beklentisi üzerine bir şeyler yazmadan, araya bir tribün muhabbeti sıkıştıralım o zaman. Bolu maçı için de yarın bir şeyler yazarız, tabi ki bu yazma işi kendimize has öznelliğimizle olacak: )) çünkü umut etmezsek yaşamayız ki… Değil mi?

Satılmış Hakem
Maddeleyelim bakalım yaklaşımları…
• Tribünlerin hitidir bu saptama.
• TOP 10’un zirvesindedir.
• On yılların vazgeçilmezi.
• Her maçın favorisi, onsuz maç bitmez. Bitse de bir yanımız eksik kalır. Hatta bunu bağırmak için içten içe o maçta kötü durumlara düşmesini bile bekleriz: ))
• Haklılığımız veya haksızlığımız önemli değil. Önemli olan ortamın bunu ifade edebilmeye müsait olmasıdır. (bu aralar, üst üste birkaç maç, aslında sezon başından beri ortam hakemlerin böyle nitelenmesi için hiç bu kadar müsait olmamıştı)
• Tabi bu tepki yukarıdaki başlıkta yazıldığı kadar masum dillendirilmemekte. Aslını biliyorsunuz;) Şimdi o şekilde “niteleme” aslında çoğu zaman haksız yere yakıştırılır kara kaşlı, kara gözlü, aile babası, hatta ziyadesiyle eril, kiminde bıçkın, bazen “vadi” tandanslı bir memleket insanına. Ama canım bu “iltifatı (!)” hak edenine de siz bir taraftar olarak hiç mi rastlamadınız?
• Evet, çoğu zaman taraftar (olarak) duygusal tepkiler verir(iz) hakem kararlarına, bazen de abartır(ız). (Ve fakat hep bir haklılık payını saklı tutarız hanemizde.) belki haklılığımız da yüzdenin az olan diliminde bir yerdedir. Lakin o taraftar tüm yenilmişliğin, adaletsizliğin, zulmün kısmi faturasını hakeme keser. Çünkü o hakem aynı zamanda otoritenin resmi düdüğüdür, ceberut devletin, zalim vergi memurunun, köşede bize pusu atan trafikçinin, acımasız bankacının, ayartan kredi kartlarının, bilumum faturanın, baskıcı-dayakçı öğretmenin, işini yapmazken tersleyen memurun, tepemize inen jopun, bir türlü tarafsız olamayan federasyonun simgesi hatta o tribünde ve de resmiyette kendisidir…
• Hakeme ve temsil ettiği her bir şeye itaat etmeme refleksi kendi suyunda geliştirilirken, taraftar hayatın tüm kargaşası içinde, “hem dik durup hem de dikleşmek” istediğinde ( siz anladınız;) derdini o iki kelimeyle de anlatır.
Tepki öyle de koyulurken işte, taraftar geçmişte olmuş ve gelecekte elbette olacak türlü haksızlıklara sayar bunu. Nasrettin Hoca hesabı hemi de, testi kırılmadan denecekler densin de

12 Kasım 2008 Çarşamba

teselli değil umut

Tutunacak Bir Dal
İnsanlara umut vermek gerekir, onlara tutunacak bir dal uzatmalı, hayata bağlayacak bir şeyler ama ne olursa olsun…
Bir lokma ekmektir belki bu, bir odanın sıcaklığı, bir bakış bir tebessümdür, bir şarkıdır bu ne bileyim, ama bir umut vermeli ki güne başlamanın bir anlamı olsun. İnsanlara tutunacak bir dal…
Teselli değil umut istiyoruz!
Güneşli, güzel günlere inanmanın lezzeti, bunun kendisi de güzel bir şeydir. Sevgilinin öylesine de olsa bir bakışından duyulan haz… Evet, bir umut vermeli ki rakıya arada bir efkâr gerekmesin.
Teselli değil umut istiyoruz!
Her ne kadar Adanaspor’un kendisi bir umut, yaşadığımız şu sıradan hayatın capcanlı bir rengi, günlere tutunmada en sağlam dal olsa da bize, şu sıralar bu büyük turuncu gücün yanına bir beyaz bir umut istiyoruz.
Teselli değil umut istiyoruz!
En güzel iki armağanla taçlandırılan geçmiş iki sezonun kendisi de herkes için bir referanstır, bizim içinse umudun en somut göstergesidir. Yani “yapacağız” dediğimiz zaman “yaparız”, “yaptık”… İşte hala kaybolmamış bu sezon için Adanasporluluğumuza yakışır bir hamle bekliyoruz.

Not: Bu tutunacak dalın ucu adı Adanaspor’la anılabilecek kifayette bir hoca olsun.
Biz taraftar olarak diyeceğimizi dedik… Şimdi, her bir Adanasporlu gibi heyecanla gelişmeleri bekleyeceğiz.
Ama işte biz hala hiç vazgeçmeden,
Teselli değil umut istiyoruz!

ahmet yıldırım, diyoruz

Hoca Kim Olacak

Üç isim dolanıyor piyasada, üçü de birbirinde vahim.

* Celal Kıbrızlı hala antrenörlük yapıyor mu, meçhul. Unuttuğu berberliği tepemizde mi öğrenecek? Bu ismi acilen geçelim.

* Diğer isim Bahri Kaya. Rıdvan’dan hazır aldığı takımı zar zor şampiyon yaptıydı(!) Hoş, takım zaten şampiyondu aldığında. Rıdvan işi epeyce kolaylamıştı zaten. Ama o yıl Bahri Kaya’nın kupadaki basiretsizliğini unutmayacağız ve affetmeyeceğiz. Bahri Kaya’nın büyük gayretiyle de yenildiğimiz Kocaeli kupayı alıp UEFA’ya gitmişti. Kupayı almasaydı da gidiyordu… Bir de ne yapmış onca zamanda bu hoca liglerde. Lütfen Adanaspor’un çapını bu kadar düşürmeyelim! Çok basit bir şey söylüyoruz; Adanaspor’un ağırlığını çekebilecek biri lazım. Ne demişler, “devlerin yükünü karıncalar çekemez!” Unutulmaya! Bu ismi de tez elden çizdik.

* Sonuncusu Hikmet Karaman. Hocalığa dair bir kariyeri varsa nedeni Adanaspor’dur. Büyük bir ihanetle gitmişti Kocaeli’ye. Üstelik türlü Bizans oyunları da yaparak… Bizim paramızla Avrupa’yı gezip beğendiği topçuları Kocaeli’ye transfer ettirerek, peşinden birkaç futbolcumuzu ayartarak… Çabucak geçelim bu ismi de…

Şimdi takımı Ahmet Yıldırım ve Fuat çalıştırıyormuş. Şu koşullarda bizce en isabetli isimdir Ahmet Yıldırım’dır… Neden, diyeceksiniz. El cevap:

* İlklere imza atan Adanaspor, burada da bir ilki gerçekleştirecektir. Oyuncu-menajerlik uygulaması. “Şimdiki zaman” buna son derece uygundur.
* Gündemde o üç isim varsa bunlardan çok daha kariyerli olan bir Ahmet Yıldırım var karşılarında. O, UEFA kupasını kaldırmış bir futbolcudur, hiçbir şey olmazsa… Peki ötekiler?
* Takımı en iyi tanıyanlardandır Ahmet Yıldırım, bizle bir şampiyonluk keyfi de yaşamıştır, tribünden edindiğimiz izlenim onun takımı çevirebilecek bir dirayette olduğu yönündedir.
* Ara dönemde isabetli transferler yapabilecek bir çaptadır.
* Üstelik bunun çok güzel bir örneği de vardır. Aslında çok örneği vardır da biz birini hatırlatalım. Efsanevi futbolcu RUUD GULLİT… 1995–1998 yıllarında Chelsea'de oyuncu menajer olarak görev almış ve Fa Cup'u kazanan en genç menajer olma unvanını ele geçirmiştir.
* Vaktiyle Gündüz Hoca başkanımız olmuştu teknik direktörümüzken, şimdi de Ahmet Yıldırım neden oyuncu menajer olmasın…
* Bizim camia olarak buna yüreğimiz yeter, desteğimiz de olur sonuna kadar! Haydi o zaman…

10 Kasım 2008 Pazartesi

yok canım

Eyvah

O müthiş maçı hatırlarsınız; Antalya’daki Adanaspor-Şekerspor karşılaşmasını. Şampiyonluğu bir sene ertelediğimiz maçı… İşte o maçla hasbelkader şampiyon olan Şekerspor’un bir hocası vardı; Celal Kıbrızlı…

Galiba futbol hayatındaki tek başarısı da oydu. Ondan sonra bir şey yaptı mı onu bilmiyoruz. Duyan varsa beri gelsin. Küçümseme değil bu lafların ardındaki anlam, sadece derin bir şaşkınlık, bizi fazlasıyla alakadar eden bir şaşkınlık üstelik.

Durup dururken, Celal Kıbrızlı bizi niye ilgilendirsin, diyorsanız; duyduğumuza göre Başkanımız yüzde doksan onunla anlaşmış. Ama dileriz bu yanlış bir duyumdur. Yoksa halimiz daha da haraptır. Önyargılı bir yaklaşım olabilir bizimki, önyargıysa önyargı, mevzuumuz Adanaspor ve Adanaspor’umuz, tarihi boyunca ne çektiyse o çapsız antrenörlerden çekti, bu listeye birini daha eklemenin ne anlamı var şimdi!

Bize tam da bu anda Adanaspor’un adının ağırlığı altında ezilmeyecek isimler lazım. Bu sezon yaşananlar ortada. Tekrar edelim, dileriz yanlış bir bilgidir bu veya bir şey olur da o yanlıştan dönülür, aksi takdirde bu sezon için umutlar hepten kararır. Bu koşullarda biz” tüm iddiamızı kaybettik” farz ederiz ve gelecek haftalara dair yorumlarımızı buna göre yaparız.

(Bu sezonluk hayal kırıklıkları yeter. Ama yine en değer bilir hislerimizle ve nankörlük etmeden takımımızı mevcuttaki haliyle zaten seviyoruz, severiz, seveceğiz. Aşkımız Adanaspor’adır neticede. Ama…)

Evet, sonuçta bizim fikrimiz bu! Bizim dışımızda hiç kimse açısından hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Şimdiye kadar “kol kırılsın yen içinde kalsın” anlayışıyla hemen hemen hiçbir olumsuz eleştirimiz olmadı takımımıza dair, belki buna, bu sezona kadar pek gerek de olmadı, fakat bu duruma dair hoşnutsuzluğu da dillendirmemek mümkün değil. İçimizi ferahlatacak haberler bekliyoruz...

Her şey Adanaspor için…

9 Kasım 2008 Pazar

macera devam ediyor

Yeni gelişmeler üzerine, bir şeyler yazma gereği çıktı ortaya yine. Bu yıl öyle bir panorama veriyor ki Adanaspor, bize yazı sıkıntısı çıkmıyor, ne yazık ki… Durum şöyle;
• Biz de gazetelerden öğrendik, Mustafa Çapanoğlu istifa etmiş. Bir diğer habere göre bu, yönetimin isteğiyle olmuş. Her iki durum da vahim; hocanın inancını yitirmiş olması ve istifa etmesi, yönetimin, yani başkanın hala bir karar verememiş olması. Bu kararsızlık hali en baştan beri bizi fena hırpaladı bu sezon.
• Baştaki hoca seçimi tam bir facia oldu bizim için. Başka hocaların adı geçiyordu, sonra Hüsnü Özkara dendi sanki ani bir kararla. En kötü karar, kararsızlıktan iyidir, sözü burada olmadı. Hoca konusundaki bu kötü karar peşinden artçı depremleri getirdi. Gelenler gidenler… Bilemezdik ne olacağını evet, ama takımda zaten bilinen biri vardı, Eyüp Hoca… Çok yazdık bu mevzuyu da…
• Futbolcu tercihlerimiz bu ligin yükünü çekmeye müsait değilmiş demek, bunu da yaşayarak öğrendik. Ama bir önceki sezondaki isabet oranın bu kadar düşmesi bir rastlantı olamaz elbet, Kemal Hocanın kurduğu takımı hatırlayınız ve o takımın ligi nasıl tamamladığını…
• Şampiyonlukta büyük emekleri olan üç futbolcunun yokluğu bakın nelere mal oluyor, bir şekilde Yılmaz, Cem ve Alper’le anlaşılmalıydı demek. Hele Cem’le ne olursa olsun anlaşılmalıydı, o iki şampiyonluktaki katsının hatırına olsa bile. Bunu da yeterince konuştuk.
• Gelinen durum adeta bir yanlışlıklar komedyası. Eyüp Hoca’nın yerine Mustafa Çapanoğlu; Alper, Cem tekrar alt yapıya, sonra ters giden işler ve yine giden bir hoca… Şimdi kim gelecek sorusu. Kim gelsin istersiniz? Bundan sonra işin başına bu koşullarda geçecek birini bulmak zordur artık. Bizi umutlandıracak bir isim…
• Bu noktadan sonra baş gösterebilecek bir güven sorunu ile karşı karşıya gelmemiz söz konusudur. Kim hangi cesaretle gelecek takımın başına, ne kadar kalacak gelse de? Gelince ne yapacak bu sıkışık kadroyla. Ara transfere kadar dayanabilecek mi? Bizce, küstürülmüş olanlar yine “emanetçiliği” kabul edecek mi?
• Bu lig galiba başkanımızı biraz “tecrübesiz” yakaladı. Süper ligin en yakın kuzeni olan bu 1. lig öncekilere hiç benzemiyor. Ne demişler, “Tecrübe dediğin şey, yediğin kazıkların toplamıdır!” Sanki başkanımız bu lig konusunda fena yanıltıldı veya yanıldı.
• Neyse ki başkanın tribünde hala kredisi var. Ümidimiz de böylece devam ediyor, geleceğe dair. Ne yazık ki takımın bu kadar kredisi yok orada, keşke olsaydı da bazı maçlar farklı sonuçlansaydı-sonuçlanırdı. Artık şu araya en az kayıpla ulaşalım da başkanımız telafi yoluna gitsin hatalar zincirinin. Kredi devam etsin.
• En sevindirici durum şu 1. ligde, her sonucun alınabilmesi (Bakın Erciyes, Manisa’ya 4 attı bugün, usanmadan dediğimiz bu… Tırmanış hala mümkün, yeter ki doğru hamleler olsun artık.).
• Son olarak… bakın, Bayram Akgül ile ilgili tüm ifadelerimizde hep “başkanımız” diyoruz. Öyle de. Evet, şirketiz ama ortada bir “patron” yok “başkan” var, diye düşünüyoruz. Tüm zorlukları tek başına göğüsleyen biri var. Şehrin hiçbir şey umurunda değil bu anlamda, “şehirden kastımız maddi veya manevi anlamda adı bu şehirle anılanlardır…” Yalnızdır Bayram Akgül bu durumda. Doğrudur! Ve fakat bizi de ayakta tutabilecek tek güç başkanımızın tüm camianın da başkanı olacak bir profil sergilemesidir-sergilemeye devam etmesidir; Adanaspor’u sadece bir şirket değil aynı zamanda bir kulüp olarak görmesidir, stratejisini buna göre belirlemesidir.
En nihayetinde, sorunların hallolamayacağına dair en ufak bir kuşkumuz yoktur! Ki, başın öne eğilmesin Kaplan, görecek günler var daha…

yeneceğiz, dedik ama yenemedik

Önsöz: Maç öncesi son yazı aşağıdaki gibi iddialı bir başlıkta olunca ne de zor oluyor yahu bir beraberlik yazısı yazmak: ))

Denk kuvvetlerin maçı olarak göründü. İlk yarı Orduspor gol pozisyonları da buldu. Bir topları direkten döndü. Adanaspor maç boyunca dikkatli oynadı. Yakaladığım pozisyonu gol yaparım ve maçı koparırım, anlayışıyla oynadı. Nitekim 32. dakikada Hakan’ın ara pasına koşan ve rakiplerinden sıyrılan Kbong Adanaspor’un golünü attı.

Golden sonra da kontrolü elden bırakmadık. Bu sürede Ahmet Yıldırım akıllı oyunuyla takımı rahatlatan futbolcuydu. Hakan yine iyi işler yaptı. Fevzi üzerinde baskıyla net bir pozisyonda, galiba kaleye vurmaya cesaret edemedi, sağındaki Emre Hızarcı’ya bir pas çıkardı ve… bir golden olduk.

İkinci yarıya Emre Hızarcı’nın yerine Kerem’le başladık. Defansı böylece dörtledik, Ahmet önlerinde oynadı, onun da hemen önünde Hakan vardı. İkinci yarı Adanaspor rakibe pozisyon vermeme niyetindeydi. Genelde öyle de oldu. Bir pozisyonda Ahmet Şahin net bir golü çıkardı. Bu dakikada biraz şanslıydık, aslında rakip forvet güzel de vurmuştu; ama kalecimiz o dakikada çok iyiydi.

Derken…
Dakika 86’da hakem çıktı sahneye. Yahu bir her hafta bir şeyler mi yazacağız şu hakemler için! Bir tanesi haysiyetli bir insan gibi bir maç yönetmeyecek mi? Pozisyon şu; (valla en tarafsız halimle yazacağım: )) defansımızın arkasına bir top sarktı, Ahmet Şahin tam da ceza sahası çizgisine kadar çıktı. Rakiple birlikte topa havalandı, bunu yaparken ellerini filan açmadan da sırtını dönmeye çalıştı topa. Defansımız yardıma yetişirken, bu birlikte yükselme sırasında top kaleciye çarptı ve ceza sahası çizgisinden uzaklaştı. Ve hakem işte tam bu sırada start aldı ve tam da ceza sahası çizgisinde frikik kararı verdi. Ahmet Şahin’e de sarı kart gösterdi.

Maden bu kararı verdin ne diye kırmızı göstermedin ki be adam? Yüreğin o kadarına mı yetti? Vaziyeti mi idare ettin? Tabi kabak gibi ortada olan kaleye ayağı son derece düzgün Bruno güzel bir vuruş yaptı ve skoru eşitledi.

Not: Puan kaybettiğimiz her maçta biz zaten genel olarak yetersizdik, hadi itiraf edelim, kötüydük; ama o hakemler de en az bizim kadar kötüydü. Mesele bu. Yardım ummuyoruz, biraz insaflı olun diyoruz. Bırakın da en küçük bir bahanemiz olmadan yenilelim!

7 Kasım 2008 Cuma

yeneceğiz


Orduspor’u Yenmek

Kederli geçen haftaların acısını bu maçtan çıkarmayı ister gönül, şöyle farklı bir galibiyetle. Bu istek işin duygusal yanını temsil eder. Biz gerçeklere bakalım, eldekine göre hesap yapalım.

* Emrah yok! Bu durum bize üst üste üç yenilgi ile, acı bir tokat attı. Bizi kendi gerçeğimizle yüzleştirdi. Rakip kaleye o yokken etkili gidilemiyor ki…
* Emre yok! Şimdilerde eleştirilse de ileride çok koşması, rakip defansı rahatsız etmesi, koşularıyla oralarda bir tedirginlik yaratması Kibong ve Mbilla için yer yer “gol pozisyonu ihtimali yaratıyordu. [Mbilla’nın önceki gollerinde Emre’nin katkılarını hatırlayınız.] küçümsemeyiniz bu “yer yer” ifadesini, bir maçta artık kaç tane net pozisyon bulabiliyoruz ki…
* Orta sahamız yok! Bunu yazmaktan biz sıkıldık. Siz de okumaktan bıkmışsınızdır. Geçelim.
* Halit yok! Tam da olacaktı, ama yok. Yine bir antrenman sakatlığıydı. Varlığı bize iyi gelirdi bu yoklukta.
* Sabırlı taraftar yok! Eh, bunu da yazdık. Biraz daha yazarsak yanlış anlaşılacağız. Nokta!
* İstikrar yok! Üç haftalık “yenilgi serisi” dışında.
* Umut yok! Bu da doğaldır. Evde 6 puan kayıp, bunun karşılığında dışarıdan gelen sadece 1 puan. Bir de pek iç açıcı olmayan futbol.
* Kartsız geçen hafta yok! Hakemler de sağ olsun.
* Ama Adanaspor var!!! Evet, en önemli hususa geldik. Sevgili Adanasporlular, siz de iyi bilirsiniz ki hiçbir şeyin olmadığı yerde Adanaspor vardır. Bu bile tek başına tüm “yoklukları” “var” eder. Karanlıkta “turuncu” bir ışık olur. Umutsuzluk pılını pırtısını toplar gider. Bir heyecan sarar yine seveni. Stada yaklaşırken yine mırıldanmaya başlarız şarkıları.

8 Kasım 2008 itibariyle Adanaspor atar üzerindeki ölü toprağını ve Orduspor’u yener! “Adanasporluluk”tan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadan… tribünde ve sahada…

6 Kasım 2008 Perşembe

taraftarlık üzerine


Üç N / Bir T

Taraftarlık üzerine birçok yazı karaladık, genel taraftarlığa veya kendi taraftarlığımıza dair… Tüm bunlar bir tür “suya yazı yazma” eylemi midir, bilinmez. Fakat öyle gibidir. Kimselerin “tarzından” vazgeçmek gibi bir düşüncesi yok, olmaz da, hatta bunun gerekliliği bile akla getirilmez. Çünkü ben de taraftarlığımı en ideal düzeyde görüyorum, en “taraflı” halimle. Yine de bir şeyler yazmadan olmuyor, “taraftarlık” üzerine. Çünkü taraftarlık o kitlenin içinde bulunduğu “her şeyle” de ilgilidir. Taraftarlığı konuşurken sadece o taraftarlığı konuşmuyoruz, değil mi?
Örneğin Adanalı bir taraftarla Kayseriliyi hangi “düzlemde” ele alsak arada hep “yokuşlar” oluyor taraftarın “azami müştereklerde” buluşmasını köstekleyen; inançlarda, ekonomide, futbolu hissetmede, hayata bakışta, siyasal tercihlerde, rakıyı algılayışta mutlaka birtakım özgünlükler vardır tribünleri de sloganları da etkileyen. Bu farklılık doğaldır da. Ama “asgari müşterekler” de mi yoktur taraftarlık hissiyatında?
Werder Bremenli bir taraftarla Adanasporluyu hemfikir yapan? Hani gazeteciliğin 5N 1K’sı gibi… Aslında var olduğunu düşündüğümüz için bu başlık böyle: 3N 1T… Açılımı; Neden Taraftar, Nasıl taraftar, Ne Zaman Taraftar?

Neden Taraftar?
Bunun farklı farklı yanıtları vardır. Avrupa’daki bir şehir takımının taraftarı olmanın bazı tarihsel, kavimsel nedenlerinin olduğu bir hakikattir. Oralardaki ayrım şehir-devletlere kadar gidebilir. En yerel bir bakışla örneğin bir Milanolu taraftar aslında vaktiyle kendince bir devletin vatandaşıydı. Devamında o küçük krallığın bir tecellisi olan tutması da kaderin bir oyunu değil dayatmasıdır.
İzmir’deki Karşıyaka-Göztepe farklılığı da kısmen böyledir. Semtlerin oluşturduğu bir tercih vardır orada, kendini İzmirli değil de Karşıyakalı saymanın “orijinalliği”. Ankaragücü-Gençlerbirliği ayrılığı da içinde bir takım sosyolojik, kültürel unsurları saklar. Gençlerin “olaya” biraz daha elitsi yaklaştığı-yaklaşmış olduğu rivayet edilir.
Lakin bir Eskişehirsporlu, Sakaryasporlu, Bursasporlu, Bolusporlu olmak günümüz itibariyle “gayri ihtiyari”dir. İşin en enteresan boyutu ise Adana’da yaşanmaktadır. Çünkü baba ve oğul arasında bir tercih farkı olsa da bunun hiçbir ruhbilimsel, sosyo-ekonomik, kültürel filan gerekçesi yoktur. Şöyle bir fark olabilir: Popülerlik. Bu popülerlik de kendini iki biçimde gösterebilir:

1) Taraftar kitlesinin popülerliği ve şehirde iyi örgütlenmesi yani kendini iyi ve etkili tanıtması

2) Takımın liglerdeki başarısı

Bu tercihlerin renklerle de ilgisi yoktur. Benim takımımın renkleri ne ise en güzeli de odur. Bunu geçelim. Peki, en nihayetinde bir taraftar neden taraftardır, neye göre?
Bunun sorgulanması “aşk” kavramının sorgulanmasına benzer. Mehmet Ali Kılıçbay bir yazısında aşk denen şeyin direkt öznenin arzuları, beklentileri için olduğunu söylemişti. Yani ben birine âşıksam aslında kendim için aşığım. O sevgilinin bazı meziyetleri olsa da ruhsal veya fiziksel… Taraftarlık da öyledir. Kısmen. Kişisel tatmini sağladığı sürece vardır taraftar. Kişisel tatmin de genel için düşünüldüğünde mutlak başarıdır. Yani her an “eski aşka” dönüşebilir takım ve taraftar da onu hayatının önceliklerinden çıkarır.
Bir takımın taraftarı olmanın tarihsel veya kentsel gerekçeleri ne olursa olsun son tahlilde “taraftarlık taraftar içindir!” saptaması damgasını vurur.

Nasıl Taraftar?
Bu alt başlıkta yine aynı değerler akla geliyor; fedakârlık, kötü günde de sevmek, hep destek, takımı ille de başarısı için sevmemek, falan filan. Sakız ettik… Bildiğiniz laflar. Yani takım aşkı büyük ölçüde “platonik” olan…
Hayatımız baştan sona öznelliklerle doludur. Öyle de olmak zorundadır. Çünkü her insanın bir düşünme, analiz etme, tercih yapma becerisi vardır (reflekslerle de olsa)… Bu da öyle olmak zorundadır, değil mi? ( İradesini –siyasette gördüğümüz gibi- iki torba kömüre pazarlayanlara sözümüz yok!) Durum böyleyken “nasıl taraftar”ın cevabını vermek, buradan bir profil çıkarmak yine öznel bir iş oluyor. Ne diyelim şimdi burada? İdeal olan hangisi?

*çekirdek çinten ve sadece maçını izleyen taraftar mı,
*ne olursa olsun vaziyet, arada hakeme sövmek için bulunan taraftar mı
*rakip takımın maneviyatını bozmak için ter döken taraftar mı
*takımı her haliyle kabul eden taraftar mı
*takım galipken bile ondan hoşnut olamayan taraftar mı
*daha üçüncü dakikada kendi takımına sinkafı basan taraftar mı
*yönetimin taraftarı mı
*yalnızca başarılarla tatmin olan taraftar mı?

Şöyle toparlayabiliriz, galiba; alın bir insanı okulda, evde, işte, rakı masasında, seyahatte, kahvede kâğıt oynarken tahlil edin, şöyle bir resmini çekin, tribüne kopyalayıp yapıştırın ortaya aynı suret çıkacaktır. Bu da o ülkenin; o siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel koşulların, o şehrin, o eğitim niteliğinin insanı olacaktır. On bin kişilik bir tribünü bu anlamda tarzlara göre gruplandıracak olursak orada galiba yine on bin grup olacaktır. Veya böyle bir şey. Yani; “Taraftarın nasıllığı= Bireyin nasıllığı”

Ne Zaman Taraftar?
*takım başarılı olduğu zaman
*galip gelindiğinde
*gol atarken
*gol kovalarken
*takımın bir kalecisi olduğunu unutmuşken
*şampiyonluğa oynarken
*şampiyon olurken
*bazen küme düşerken
*küme düşmemesi için çırpınırken
*diğer takımın taraftarını kızdırırken
*formlarda klavye savaşlarına girişirken
*takıma bir aidiyet hissederken
*bir efsanenin parçası olmaya çalışırken
*camianın gücünden kendine bir güç ararken
*bunun olabileceğini zannederken
*hayata tutunacak bir dal ararken
*hafta sonlarına bir anlam kazandırmak istediğinde
*macera aramaya başladığında
*ağrısız başını ağrıtmak istediğinde
*hayata, talihe sitem etmeye heveslendiğinde
Bu cevaplar da yetmez, diye düşünüyorsanız şöyle noktalayayım;
“taraftarın keyfinin geldiği, gerçekleştiği zaman taraftar.”

3 Kasım 2008 Pazartesi

sana hakem olamazsın demedim...

Bir Maç Bir Karakter
Gelelim o Fırat Aydınus denen zat-ı muhtereme. Zat-ı muhterem dememiz işin istihzası… Muhteremlik ona yıldızlar kadar uzak bir kavram olarak durur yeşil sahalarda, iki benzer anın analizi sonucunda.
Şimdi elbette yenilginin bir acısı var içimizde, inkâr mı edelim. Biz de sıradan her taraftar gibi yenilgiye bir kılıf arayabiliriz takımımızın aşkıyla, doğal olarak, sonuçta taraftarız ve de taraflıyız… Ama bu yazıdaki hiçbir öznellik o Fırat Aydınus deneni aklamaya, bir nebze de olsa haklı göstermeye yetmez. Çünkü o zat, benzer bir enstantanede Arda’nın ağırlığı altında ezilmiştir kısa bir süre önce, karizma çizilmekle kalmamış, bırakın hakemliğini, insanlık haysiyeti üç paralık olmuştur.

Sıkışan Kuyruk

Ama işte bir yerden kurtaracaktır ya sıkışan kuyruğu, bizim Emre de ona bu manada hayatının fırsatını vermiştir o “aydın”lıkla bundan gayrı hiçbir alakası olamayan, kalmayan “us”a… Fırsatı ganimet bilen o hakem denen “nahakim” Emre’yi anında saf dışı bırakmıştır. Yayıncı kuruluş o ikinci sarıdan kırmızıyı gösterirkenki yüzünü tekrar yayımlasa da o Fırat’ın, insanlar bir daha tanık olsa bir önceki “ezikliğin” nasıl suret bulup intikamı “gücünün yetebileceği” bir camiadan, futbolcudan çıkarmanın nefretine…

Kime Mesaj
Aslında aciz bir mesajdı o, tribündeki Oğuz Sarvan’a; “Bakınız efendim, ben hala otoritesi olan bir hakemim, nasıl da attım bu itaat etmez oyuncuyu üstelik maçın hemen başında. Geçen hafta mı, şey onu unutunuz yahu ben unuttum bile, kem küm… N’olur derbiyi bana verin…” gibisinden…
Yemezler efendi, bu ikiyüzlülük bir kariyerin olsa olsa bitişidir. Bu rezilliği sineye çeken de, yok sayan da, canım olur öyle şeyler diyen de, Emre de itiraz etmeseydi şeklinde düşünene de o “ilkesizliğin” doğrudan ortağıdır.

İlkesizliğin Resmi Geçidi
Devamında maçın iyice “ilkesizleşen” hakem (biz ilkesiz diyoruz, siz daha uygun bir sıfatı koyun) rakibe de garip kartlar çıkardı. Ve o kadar kaybetti ki kendini, belki bir vicdan muhasebesi sonucunda 94.dakikada gayet sıradan bir pozisyonda rakipten bir oyuncuyu dışarı attı. Yapma efendi, derler adama, bizi yutturamazsın, bak onlara da acımadım diye. Sen acizliğine ne diye kurban edersin o futbolcuyu, kulübü, eğer gerçekten hakkaniyetli bir adamsan veya adamsan son kırmızını kendine gösterirsin.

Manisa’da Son Tango

Son acizliğini de son saniyelerde gösterdi o muhterem. Ahmet Yıldırım rakip ceza sahası çizgisinde kafaya çıktığında faul çaldı. Faulü biz kendimize beklerken rakibe verdi, Ahmet ne olduğunu anlamaya çalışırken, Fırat Aydınus hakemliğinin hakikaten bittiğinin en net fotoğrafını verdi ve işaret parmağıyla “yukarıyı” işaret ederek kendi pespayeliğine Allah’ı tanık göstermeye sığındı. “Valla faulü Ahmet yaptı, yukarıda Allah var!” gibisinden bir hareketle…

Zagor’un Sözü
O zaman biz de seni Allah’a havale ediyoruz Fırat Aydınus, seni vicdanınla baş başa bırakıyoruz! Ama artık gözümüz de üzerinde olacak, imkân olduğunca, hakemi olduğun maçları izleyip senin seyri-seferini burada deşifre edeceğiz!
Bu da “Zagor’un sözü olsun”…

2 Kasım 2008 Pazar

yenilgi

Bir Teselli Ver
Üçte üç yaptık. Ama yenilgide… Ne zamandır böyle kötü bir dönem geçirmiyorduk. En son kapanmaya giden senede böyle fena bir seriye tutulmuştuk.
Düzelmenin işaretleri var mı peki? Eldeki kadroyla yok bence. Bu yalnızca futbolcu niteliğinden kaynaklanan bir problem değil. Mevkilerde açıklar var. O da ancak transferlerle düzelir, bildiğiniz gibi…
Rakip belli bir güçte, bizdeki durum da malumunuz.

Hakan Hacıbektaşoğlu
Manisa - Adana maçına bakacak olursak ilk söyleyeceğim isim Hakan olur! Maç boyunca nasıl mücadele edilir, bunun bir resitalini yaptı Hakan!
• Koşabileceği kadar koştu,
• Bu yetmez elbette, takımı atağa kaldırdı,
• Dönüp defansa yardım etti,
• Hücum oyuncularına destek verdi,
• Kanat oyuncusu gibi kenarlardan top taşıdı,
• Şut çekti.
Diyeceksiniz ki orta sahada oynayan bir futbolcunun bunları doğal olarak yapması beklenir… Veya herhangi bir futbolcunun takımına bunlara yakın düzeyde bir katkı sağlaması gerekir…
Haklısınız!

Ahmet Yıldırım
Hakan’a eklenecek bir başka isim Ahmet Yıldırım olurdu. 34 yaşındaki Ahmet Yıldırım da nasıl oynanması gerektiğine dair 90 dakikalık bir ders verdi adeta. Cem Karahan’ın ondan öğrenmesi gereken çok şey vardı bu maçta.

Cem Karahan
Ne yazık ki Hüsnü Özkara’nın büyük umutlarla transfer ettiği Cem Karahan oyunda kaldığı süre boyunca hemen hemen hiçbir işe yaramadı.
Yukarıda saydığımız o olağan işlerin bir tekini yapsaydı bu maç yine de farklı olurdu.

Maç
Manisa’nın girdiği gol pozisyonları, lehlerine sonuçlansaydı “tarihi fark” diye bir başlık atmamız gerekebilirdi. Biz elde ettiğimiz birkaç pozisyonu idareli kullandık ve bu hafta (eski deyimle söyleyelim) “şerefli bir mağlubiyet” aldık!

Hoca
Hocayı eleştirimiz “o Cem’e nasıl bu kadar dayandı?” noktasında olur, bir de Onur yerine Kerem giremez miydi? Bunun dışında onun yapabileceği ne vardı ki bu kadroda! Mustafa Çapanoğlu’nun takım için yapabileceği en büyük iş takımdaki savrukluğu toparlamak olur, daha çok kaynaşmış bir futbolcu topluluğu kurmak… Yoksa ne Eyüp Hoca’yı ne de Mustafa Hocayı sorumlu tutabiliriz hal ve gidişten (öfkemiz kime biliyorsunuz). İşte bundan sonra tüm sorumluluk başkanımıza düşmektedir. Alınacak her kötü sonuçta yavaş yavaş o eleştiri odağına gelecektir. Dilerim işler o noktaya hiç varmaz.

Emre
Emre’nin 8. dakikada üst üste iki sarı kartla oyun dışı kalmasını hala anlayamadım. O arada ne oldu da 2. sarı çıktı sahneye? Anlayamadım. Maçı birlikte izlediğimiz hiç kimse anlamadı. O Fırat Aydınus’a da bir çift lafımız olacak, yarın… (Bu öfkeyle yazarsam “banlanırız” sonra kaplanpenche olarak: ))

Teselli
8 dakika uzatma oldu toplamda. Ve Adanaspor’umuz tam 90 dakika 10 kişi oynadı. Tüm eleştirilere rağmen, içinde bulunduğumuz koşullara göre konuşursam, “bittiğimizin resmidir” denecek seviyede bir maç oynamadık. Emre oyunda kalsaydı, Hakan ve Ahmet’e o civarda iki oyuncu kendi kapasitelerini biraz zorlayarak destek verseydi, bu karşılaşma yenilgimizle sonuçlanmazdı. Ve fakat 3-0’ı 3-2’ye getirmek hepimizde önümüzdeki Ordu maçı için iyimser bir hava yarattı. Bu da “haftanın kârı” olsun: ))

1 Kasım 2008 Cumartesi

filmin sonunu beklemek



Hani kahramanımız film boyunca türlü eziyetlere katlanır ya; ezilir, itelenir, ötelenir, haksızlığa uğrar. Biz de bunları hem üzülerek izleriz hem de sabırla.

Üzülürüz, kahramanımızın (buradaki kahramanın anlamı "karakter" olarak belirlenmiştir) o içler acısı hali kanımıza dokunur çünkü. Sabrederiz, biliriz ki o önünde sonunda son sözünü söyleyecektir. Yoksa hikaye eksik kalır.

Kalkıp bir tokat atacaktır çatıştığı karaktere, kasabaya dalıp haydutları silkeleyecektir, "Baba" gelip hesap soracaktır ailesini dağıtanlardan bir Yılmaz Güney filminde, ne bileyim en azından maraba Kemal Sunal puşt ağa Şener Şen'e bir çift laf edecektir. Belki nallayacaktır onu... Öyledir işler, hikayenin gereği budur.

Silkinip düze çıkacaktır da ,işte, Adanaspor... Başka türlüsü eşyanın tabiatına aykırıdır. Ama biraz sabır, filmin sonunu beklemeli, değil mi!

30 Ekim 2008 Perşembe

don kişot diyor ki


Şeytanın Düşündürdüğü

Şimdi masum masum izliyoruz şu futbol âlemini. Ama her şey bizim düşündüğümüz, zannettiğimiz gibi mi acep?
Şeytan soktu aklımıza, yoksa biz düşünmezdik bunları.
Şöyle; federasyonun yeni başkanı, Altay’ın eski başkanı. Acaba diyoruz, şu “cesur” hakemler, bizim maçlarda davrandıkları kadar rahat davranabilirler mi o takımın maçlarında? En azından bize gösterdikleri kadar sarı kart, kırmızı kart gösterebilirler mi? Veya yarısı kadar?
TFF’ye baktık örneğin bir tane bile kırmızı kartları yok. Ne güzel bir şey ama değil mi, şampiyonluğa giderken böyle kazasız belasız yol almak!
Aklımıza durup durup Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanı olan K. Unakıtan’ın bir küçük desteğiyle kendini süper ligde bulan bir Eskişehir örneği geliyor. Sen onca yıl alt liglerin müdavimi ol, sonra da… Aynı yıl bir başka bakanın bakmasıyla yine süper lige süper bir dönüş yapan Antalya örneği geliyor. Bakın Kürşat Tüzmen’in İdman Yurduna… Maşallahları var, nazar değmesin… Hayır, şeytan dürtüyor. Her şey tertemiz gelişiyor ülkemin futbolunda, şaibesiz, şeytan işte rahat bırakmıyor.
Ya da biz takımımızın bu halini kabullenemeyip saldırıyoruz sağa sola…
Tamam, Adanaspor bu sezon gerçekten fena gidiyor ama hakem facialarını da yok saymak zalimce bir özeleştiri olur. Onca emeğe ayıp etmiş oluruz.
Meraktan soruyorum, ilk maçımızın hakemi ile son maçımızın hakemi o bir kamyon kartın ne kadarını gösterebilirler hem de aynı maç koşullarında bir Altay’a, bir Kasımpaşa’ya?
Bize hala Uzanlardan dolayı sallayanlar liglerdeki şu pespayeliği göremeyecek kadar kör mü acep? Biz o dönemin bedelini kapanarak ödedik diyelim hadi, peki bu muhteremler nasıl ödeyecek hükümet, federasyon takviyeli olmanın vebalini? Yok mu öyle bir vebal? Olmasın be, biz yüzümüzün akıyla boğuşalım şu liglerle!!!
Neyse, bolgumuzu izleyip Adanasporlu olmayan arkadaşların affına sığınıyoruz, ama şu kötü gidişin üzerine bir de hakem zulmü gelince böyle fevri yazılar yazıyoruz en öznel halimizle: ))
İnanın derdimiz ne Altay’la ne de Eskişehir’le, Mersin’le… Adaletli olamayan futbol ilahlarıyla, kontlarıyla, asilleriyle, fedaileriyle, tetikçileriyle…derdimiz…

29 Ekim 2008 Çarşamba

adanaspor'u sev


Kendini değil Adanaspor’u sev;

Ki nihayetinde de sevinen sen olacaksın.


O maça dair hırslarını sevme, Adanaspor’u sev;
Günü kurtarma derdinde olmadan sev,
Yoksa yarınlar da gider, derken
Sevecek bir Adanaspor da kalmaz (yine).
Bu şehirdeki tatlı çekişmenin kurbanı etme tutkunu,
Arkadaş takılmalarından o haftalık da olsa paçayı kurtarmayı sevme,
Adanaspor’u sev,
İki senedir bu sevginin şenliğini yaşadın da…
Puan cetvelini sevme -şimdilik-
Takıma esip gürlemeyi sevme,
Her atak gol olacak, düşüncesini sevme,
Hemen gol olsun, hissini sevme,
Hep önde olacağız takıntısını sevme,
Futbolda dün yoktur, vefasızlığını sevme,
Desteklemek yerine, kontrol edemediğin ve aslında farkında olmadığın kösteklemeyi sevme…
Hiddetini sevme… Tam da o andayken duyguların, onu sevme işte,
Adana turuncudur, demeyi sev,
Güzel günlere inanmayı sev,
Sahaya çıkan her bir futbolcunun Adanasporlu olduğunu bil,
Onun yanında olduğunu hissettirmeyi sev…
Adanaspor’u sev;
Çünkü sonunda sevinen yine sen olacaksın…


Not: Bu sitemin içinde biz kendimiz de varız. Yukarıdaki eleştirinin muhatabı aynı zamanda bu satırları yazandır. Kendimizi o öfkeli kitleden soyutlayıp ideal taraftar numarasına yatmadan içimizden süzdüğümüz duyguları sorguluyoruz.

kahramanlık ve vicdan muhasebesi


Kahramanlık

Kahraman arayıp bulup olmazsa yaratıp onun peşinden gitmek insanoğlunun kanında var. Bu, yalnızca bize özgü bir olgu değildir; Almanların Nibelungen’i, İngiliz’in Boewulf’u, Rus İgor, İspanyol’da Rodrigo, bizde Oğuz Kağan, öteden beri, kahramanlara duyulan ihtiyacın anlatılarıdır.

Hele Amerikalıların çerden çöpten türlü kahraman yaratmaları ayrı bir mizah konusu değil midir?

Her ulus, her çağ kahramanını yaratır, onu “dini-milli” motiflerle bezer ve kutsar. Ama işte günümüzde bu kahramanlık işi biraz sakattır. Her şey o kadar göz önündedir ki şu medeniyet dediğimiz fena dişli canavar herhangi bir illüzyonu anında madara eder. Bunu bir yana bırakalım, benim kahramanım herkesin kahramanı değildir, bu bile kahramanlığı tek başına anlamsızlaştırabilir. Örneğin Keşanlı Ali, Sinekli halkının kahramanıdır ve hatta efsunludur, ona kurşun da işlemez. Fakat Cafer’in umurunda bile değildir bu durum, Keşanlı’ya meydan okur, onu doğrayacaktır. Tehlikenin hakikaten bu boyutta olduğunu en azından kendine itiraf edebilen Keşanlı Ali bu meydan okumayı bacakları titreyerek kabul eder, etmek zorunda kalır, çünkü ortada bir destan vardır. Neyse, talihi rast gider de Cafer’i öylece alt eder ve destan kurtulur. Ama bu da sonuçta bir kurmacadır, gerçek böyle midir? (bakınız: Keşanlı Ali Destanı/ Haldun Taner)

Futbolun Kahramanı

Dönelim bir kendi futbol kahramanımıza! Talihin de önemli desteğiyle bir yerlere gelinmiş, sonra hep kör topal mesafe kat edilmiş… Tamam, her kahramanlık hikâyesinin içinde bir ton olağanüstülük vardır, vardır da bunların hepsi tarih öncesi dönemlerde vardır, bir de kurmacalarda... 2008’in dünyası bu olağanüstülüğe itibar etmez, etmemeli de… Yani bugünün hayatı güler geçer ona, çünkü hayatımızı gayet mantıklı bir içimde ören “neden sonuç ilişkileri” diye bir olgu vardır. Ki kahramanlık kendi başına yol alan bir araba değildir, onun bir alay aparatı vardır, hele günümüzde… TV’si vardır, gazetesi vardır, pazarlanması vardır, müritlerce uçurulması vardır, vardır işte…

Hem kahramanlık dediğimiz şey kamu vicdanında pozitif bir işarete denk gelmez mi? Kahramanlık o kamu vicdanı ile çatışmaz, çelişmez, orayı zedelemez; varlığı o kamunun varlığına, huzuruna, selametine bağlıdır çünkü. Siz hiç halksız bir kahraman duydunuz mu? [Peki, “halkı açken kendisi tok uyuyan” mıdır kahraman? (belki de aşırı bir toklukla uyuyamayan…)]

Hedefe yaklaşalım yavaşça, en yanıtlanabilir yandan bakalım; tribünde veya TV’de bir seyirci yoksa futbolda yoktur. Dolayısıyla futbolumuzun milli kahramanının cebine (hayır, hiçbir cep o kadar parayı alamaz, kasasına…) girecek o kadar para da yoktur, o kamu olmazsa. Aylık 260 bin ytl (miydi neydi, kafamız karıştı, hesabımız şaştı) yazıyla, iki yüz altmış bin yeni Türk lirası , yıllık bir trilyon bilmem kaç milyar lira… (“Ne var; sponsorlar, gelirler, üstelik Avrupa başarıları filan var, hak ediliyor o para”, hem sanal kahraman Polat dizi başına onca para alırken, demeyin içinizden bir yerden, bu ülkede hiç kimsenin o kadar parayı milli bir futbol antrenörlüğünde hak etmeye hakkı yoktur!) Bencileyin, sencileyin birinin cebine kaç bin yılda ancak uğrar bu miktar bir para… Yani kamunun bir parçası olan herhangi bir işçinin, memurun, öğretmenin, profesörün, hekimin, esnafın, emeğiyle geçinenin cebine… ( ki oradaki nicelikte benim vergilerimden az da olsa bir miktar varsa onu helal etmeme eğilimindeyim şahsen…)

Kahramanlığın Çelişkisi

Kahraman ve kamu bu yaman çelişkiyle nasıl bir araya gelebilir gayri? Ben olsam, konu komşu kamunun zamansız ve sık ziyaretlerinden de bıkıp, ulan şu paranın tadını bir çıkaramadık deyip satarım anasını satayım Bodrum’daki o mütevazı evi; sanat, sanat içindir der fildişi kulelere çekilirdim; Anadolu’yu bilmeyen yazarların, Anadolu’yu anlatma çabasındaki garipliğe düşmeden; halkın bağrından kopmuş bir adam tarzındayım, delikanlının da hasıyım’ın artistik pozlarını takınmadan, halkın herhangi bir ferdinin ancak –hayatımızı bir zehirli sarmaşık olup saran- şans oyunlarında hayal edebileceği bir “serveti” tek senede, ama hakikaten “hiçbir şey yapmadan” cukkalamanın “gönül rahatlığını bozmazdım. Üç kuruşa bir tür kamu görevi yaparken soru sormaya da korkan gazetecilere dehşet saçmazdım, rakip takımların futbolcusuna, hocasına esip gürlerken en azından kendi kamuma bunu yapmazdım, canım onca paranın ağırlığı azıcık da olsa hissettirirdi kendini üzerimde vicdanen filan... ( ‘vicdan’ deyip duruyoruz ya, neymiş şu kelime deyip sözlüğe baktık: “Kişiyi kendi davranışlarıyla ilgili olarak bir yargıda bulunmaya yönelten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerinde dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan, kişiye doğruyu ve iyiyi yapma yükümünü de yükleyen içsel güç” diyor, valla öyle diyor hiçbir şey eklemedim bu tanıma. Bakınız: Türkçe Sözlük, Ali Püsküllüoğlu). Ne bileyim, sıkışınca bağırmazdım haklı olmak için. Ama ülkemde, ne hazindir ki, parası olan haklıdır.

Lakin yukarıda da bahsettik ya, kahramanlığın-kahramanın elde patlaması da vardır. Sonuçta 21. yüzyılda o kahraman sadece bir üründür.

Siyaseten Kahraman

Bakın Akp’nin kahramanına… Yahu, “Adana’da havalar hala çok sıcak.” diyecek olsak hazret oradan bizi azarlayacak. “Yaylaya çıkın, Kızıldağ’a gidin, ekmek yoksa pasta yiyin.” filan diyecek. Kahraman ya, salacak kılıcını küffarın üzerine. ( Bu arada kim benim gibi değilse, bana yakın değilse, bana biat etmiyorsa o küffardır! diye yorumlanıyordur.)

Kahraman dediğin halkın halini bilir, ağlayanın gözyaşlarını siler, ensesine şaplağı indirmez! Derdine derman olur, en azından olmaya çalışır. Bakın Deli Dumrul’a; oba halkı bir yiğidine ağıt yakarken o, buna sebep olan Azrail’e meydan okur. Sonra da başına belalar açar. Kurtulana kadar akla karayı seçer. Hiç olmazsa bir şeyler yapmaya çalışmıştır. ( Fakat bizimkiler bu hikâyenin “geçenden üç akçe, geçmeyenden beş akçe” kısmına takılmışlar.)

Çok mu dağıttık? Değil aslında! Mevzuumuz kahramanlık. Kadim zamanların kahramanlarını okuyup bugünün sahte kahramanlarına bakıyoruz.

Ne Görüyoruz

* Bakarken bir milletin uyuyuşunu görüyoruz.

* Kifayetsiz muhterislerin -iş boylarını aşınca- nasıl bir öfke nöbetine tutulduklarını görüyoruz.

* Kahramanlığın bir vicdan meselesi olmaktan çoktan çıkıştığını, bir cüzdan meselesine dönüştüğünü görüyoruz.

* Paranın kamuyu filan tanımadığını, onla tanışmadığını, bilmediğini, hatta sokakta bile karşılaşmadığını görüyoruz.

* En fazla bağıranın en haklı sayıldığını görüyoruz.

** Netice itibariyle kahramanlığın futbolda, siyasette, sinemada, memuriyette, sokakta bir anlam taşımadığını, taşımaması gerektiğini; aksi takdirde bir başka iltimas dönüştüğünü görüyoruz.

Ne Diyoruz

Kahramanlığa ihtiyaç duyulmayan bir hayat olsun diyoruz!

kriz


Dünyanın yaşadığı bir ekonomik kriz değil başlıktaki. O da bizi ilgilendiriyor tabi ki bir dünyalı olarak. Yakında bir vatandaş olarak da muhatap olacağız kendisiyle. Dileriz kötü şeyler yaşanmaz, ama bu işler dilekle milekle olmuyor. Önlemler gerekiyor, profesyonel düzeyde.

Şimdiki zaman itibariyle bizi Adanaspor'umuzun yaşadığı kriz ilgilendiriyor. Burada da işler dilekle temenniyle düzelecek gibi değil. Acilen profesyonel önlemler Adanaspor'da da kaçınılmaz, hatta mecburi...
İş işten geçmeden...
Keşkelere kalmadan...
Kaşıkla topladığımızı kepçeyle vermeden...
Taraftar olarak sakinliğimizi korusak da büyüklerimizden içimizi rahatlatacak önlem paketi imaları bekliyoruz.
Bir umut yani... ama yoksulun ekmeği olmayanından...
Gelişmeleri derinleşen Adanaspor aşkıyla bekliyoruz...
ve her yenilgide bu takımı daha çok seviyoruz bre, daha çok seviyoruz...Bu takımı sevmeyi bir "tarz" diye belleyerek...

23 Ekim 2008 Perşembe

bitmedi


Şimdi en tanıdık anlamıyla kelimelerin “el ele olmalı” birlik olmalı yani, bir olmalı; biricikliğinin tek başınalığında Adanaspor’un daha çok Adanasporlu olmalı; unutup kırgınlıkları, küskünlükleri tribünde, sahada, kulübede, evde... Nazım Usta’nın deyişiyle “bir ağaç gibi hürken bir orman gibi kardeşçesine” omuz omuza olmalı; belki bir sevgiyi bundan böyle inatçı bir aşka dolamalı; daha çok yürümeli, hayır daha çok koşmalı, bağırmalı ama bir tutkuyla bağırmalı; kitabımızda kimselerle düşmanlık yok, ve fakat bu zalim hissi birbirimizden de uzak tutmalı, bayrağı daha yüksekten sallamalı, dalgalandırmalı bize dair şarkılarla, yolunu kaybetmeden yol almalı… direnmekse bu meselenin bir başka adı, okyanusu aşıp da derede boğulmamalı…

Unutmayın; sessiz bir keder, sözsüz bir şiir bizimki…

“...yenildik, her şey bitti…” de deme bana!

Kalbim hiç bitmedi ki!

11 Ağustos 2008 Pazartesi

kaplanpenche bağlantı


www.kaplanpenche.com