23 Kasım 2008 Pazar

karanlık

Cansız, isteksiz, temposuz, pozisyonsuz bir oyunla Rize’ye de yenildik: 0–2.
• Çok şey beklemiyorduk oysa ileriki haftalar için biraz umut, diyorduk. O umut da ileriki haftalara kaldı. Bu sezon böyle, kabullendik.
• Eldeki en uygun kadroyla çıktık sahaya. Geride Fuat, Ümit, Ersan, Kerem; önlerinde Hakan, Fevzi, Yunus sonra Kbong, Mbilla en ileride de Emre.
• Eldeki kadronun un uygunu buysa halimiz hepten harap, diyebilirsiniz. Bu yoruma da katılırız.
• Maç boyunca doğru düzgün bir gol pozisyonumuz, hatta gol atağımız bile yoktu. 35. dakikadaki penaltı pozisyonuna kadar rakibin de öyle aman aman bir pozisyonu yoktu. Yine savunma hatası, içeri kaçan bir adam ve Ümit’in hamlesi sonucu penaltı.
• İlk yarı böyle bitti.
• İlk yarı biterken sağ kanattan bir iki top taşıdık, ama o kadar, taşıdığımızla kaldı.
• İkinci yarıya Ümit ve Fuat çıktı yerlerine Emre Hızarcı ve Cem Karahan girdi.
• Biraz hareketli başladık bu yarıya. Ama ofsayt kokan bir pozisyonda yediğimiz ikinci golle tüm umutlarımız da bitti.
• Bu dakikalardan sonra tribünün, hakemlere bizce haklı bir tepkisi vardı. Yediğimiz golde bayrağı kaldıramayan hakem, benzer pozisyonların hepsinde ve hata daha az tartışmalı pozisyonlarda bile kaldırdı ofsayt bayrağını. Şöyle yorumlandı bu çelişki; ben görevimi yaptım, tamam.
• Artık 2–0 iken Emre ve Fevzi’yle iki pozisyon yakaladık ki bunlar maç boyunca en net ataklarımızdı, olmadı.
Tribünde açılan “sahipsiz Adana” temalı pankartlar da bu maçın ilgi çekici diğer yanıydı. Bu haftayı da “rahat” bir yenilgiyle kapatırken sonu karanlık bir yola resmen girmiş olduk.
Not: Maç fotoğrafları, foto-yorum’da.

22 Kasım 2008 Cumartesi

21 Kasım 2008 Cuma

Rize’yi Nasıl Yeneriz?

• Forma aşkıyla yeneriz.
• Adanasporluluğumuzla yeneriz.
• Takım, tribün bir olur yeneriz.
• Her futbolcu bu işi bir onur meselesi bilir, öyle yeneriz.
• Mücadele ederek neler yaptığımızı hatırlarsak yeneriz.
• Uyuyan dev uyanırsa yeneriz.
• Ama o kadar eksikle nasıl yeneriz!
• Futbol sadece sahadaki nicelikle değil nitelikle de oynanıyor.
• Yani sadece 11’e 11 değil ki maç bu anlamda.
• Bir de “kalite” denen mefhum var ortada.
• Hani “silkinmeler” olmuyor değil futbolda…
• Ama bu durumumuz da yalnızca bir “silkinme” ile düzelir mi ki!
• Yeni hoca yeni umut, deyip bu konuya hiç girmiyoruz ve girmeyeceğiz. Yeter konuştuk bu antrenör işini.
• Peki, gerçekten yenebilir miyiz Rize’yi?
• (Vah, biz bu satırları da mı yazacaktık?)
• Keşke yenebilsek Rize’yi, birçok sıkıntı aşılırdı devreye kadar.
• Yenelim be şu Rize’yi.
• Ne iyi olur.
• Biz yine maça, yenmek umuduyla gideceğiz Rize’yi.

Yine olmadı diyelim, ne gam! Ne demişti bir şiirinde Cahit Sıtkı Tarancı:

“Korkum yok bana verdiğin elemden,
Her mihnet kabulüm,
Yeter ki gün eksilmesin penceremden.”


Yeter ki Adanaspor’umuz herhangi bir eksikliği olmasın hayatımızda.

hatırlarken


Öteki Yüzü Olmayan Madalyon

O hafta belki futbol tarihimizin en uzun haftası olmuştu. Bu, bir tedirginliğin tezahürü olan uzunluktu ve tabi ki izafi bir haldi. Gitti giderdi şampiyonluk, sıkıntı buydu. Pazar olacak ve şampiyonluk için en küçük bir umut bile heba edilmeyecekti. Öyleydi de, biz o umut kırıntısını nereden ve nasıl bulacaktık? Sonuçta bir umut aramak için de o haftanın geçmesi ve Pazarın gelmesi gerekiyordu. Ama zaman geçmiyordu, bir yerde alıkonmuştu. Durmuştu, hatta yok olmuştu.
Dünyanın en uzun gecesi bir günü diğerine bağlayamıyordu. Bir derin uyku halindeydi evren veya bize öyle geliyordu.

Bunca eziyet yetmezmiş gibi Azmi, telefonda arıyor 16.45’ten 24 saat önce “yarın bu saatlerde...” diyordu, kahkahası telefonda değil tüm kentte yankılanıyordu. Evet, yarın bu saatler… O kahkaha büyüyor, evriliyor, kara deliğin kendisi oluyor ve her şey orada kayboluyordu…
Umut bize ne kadar uzaktı; yine bir şampiyonluk, konfetiler, son tezahürat… Uzaktı, ovanın sarı sıcak ıssızlığında kayboluyordu her şey. Ah umut…
“Kaf dağını aşacaksın, üç haftada aşacaksın, kim bilir hangi noktadan kıracaksın buzu, nasıl bulacaksın nerede olduğu hatta varlığı bile meçhul o kılavuzu.

Üstelik o an bizim hedefe ulaşmamız da yetmiyordu mutlu sona. Felek, bir başka yerden de gülmeliydi bize.
Sonra her şey birden akmaya başladı. Bin yıldır indirmeyen yağmur şimdi yeşertmişti çölü. Portakal çiçeği kokusu sarmıştı şehri. Rüyalarımızdaki peri kızı görünmüştü. Belki bir “sihirle” aydınlanmıştı kâinat.


Borges, hala görebiliyor olsaydı ve maçı(ın o anını) izleseydi şöyle hikâye ederdi:

“Tüm Pagan Tanrıları oradaydı. Odin de gelmişti. Ana kıta Anadolu’nun ve Kilikya’nın en ihtişamlı töreniydi. Birazdan biri gülecek diğeri ağlayacaktı, ben böyle bir an’a şahit olmak istemezdim ya…
Bu öbür yüzü olmayan bir madalyondu. Ve olmayan yüzü göğe doğru düşünce hiç görünmeyecek, asla bulunamayacaktı. –Ki onu Kutsal Kâse Şövalyelerinden eski Babil krallarına kadar her bir maceraperest, hiç bulamayacağını bile bile, ölümüne aramıştı. Çünkü aramak amaç olmuştu…-

Ah, Alef’i yazmamış olsaydım şimdi daha derinlikli anlatırdım onu.
Aynı sayfasını bir daha hiçbir zaman bulamadığım o “Kum Kitabı” o anda somutlaşmıştı. Tekrarı olmayan anlar, tüm hayatımızın kaderini çizer ve biz onları bir daha bulamayız. Böyle bir şeydi.

Her şey o Pagan şöleninde yaşanırken kendi zamanında, ‘Kaptan’ topa vurduğunda sanki Kral Arthur, Exsalibur ile göğü yardı ve evrende başka bir boyut açıldı. Orada Alef turuncu bir ışıktı. Ben aslında o an kör olmuştum. Mutluydum bile, çünkü yerle güneş arasında ben göreceğimi zaten görmüştüm. O meşin gülle kalenin surlarını yıktığında, bu hikâyeyi ben çoktan yazmıştım.”
Derken biz, en zor geçitleri aşmış, turuncu bir günbatımında atımızı yen bir maceraya doğru sürmeye başlamıştık.


Not: Bakınız; J. L. Borges’in ” Kum Kitabı, Alef, Kurs” adlı hikâyeleri. İletişim Yayınlarından…

feyzullah küçük

Top ondayken tribün bilirdi ki bir şeyler olacak. Gol olacak veya net bir gol pozisyonu yaşanacak; taraftar sonu bilinen, belki tahmin edilen bir coşkuyla ayakta olacak. O zamanlar “takım aşkına taraftar ayağa” sloganına zaten gerek yok, çünkü Feyzullah buna tek başına bile yapabilecektir. Bilirdik.

Onun kendine özgü ve binlerle ifade edilebilecek bir taraftar kitlesi vardı. Feyzullah’ı seyretmek, futbol denen o eğlenceli etkinliğin haz alma hissini tatmin etmeye yeterdi. Bizim Maradona’mızdı desem abartmış olmam. Hatırlayanlara sormak bile yeter.

Nejat’la organize ettikleri frikikler unutulmaz. Malum noktada bir serbest vuruş düdüğüne biz penaltı muamelesi yapar öyle sevinirdik. Nejat topu hafifçe havalandırırdı, Feyzullah vururdu ve gol olurdu. Bu kadar basitti eylem.

Yine dar zamanlarımızdı, tribünün tepkisi olur olmaz yerlere isabet eden deli maytaplar gibiydi. Birinde Feyzullah’a geldi bu tepki. Ki o söz konusu maçta da en çok savaşandı. Feyzullah, kendisine yöneltilen “tepkileri” duyduğu yerden bir bakış fırlatmıştı maratona, adeta o anda buz kesmişti tribün veya bir ‘Tarantino’ filminde her şey ağır çekim seyrediyordu o zaman… Sanki bin yıl süren bir sessizlik olmuştu. Evet, bir tepki olurdu belki futbolcuya, hak edeni de vardır; ama işte o saat itibariyle uzayın boşluğunda savrulmuş o acı sözlerin muhatabı asla Feyzullah olmayacaktı. O bakıştan bu böyle bilinecekti.

Derken, ilerleyen dakikalarda o sitemkâr bakışı bıraktığı noktadan (kuzey kale arkasına, orta saha ile ceza sahası arasında bir yerden) öyle bir şut çekti ki Feyzullah, o topu ne kaleci gördü, ne ben gördüm ne de tribün gördü. Bize kalan gole sevinmekti artık. Ama Feyzullah yalnızca bir “futbolcu onuruyla” o golden sonra takımının galibiyetinin peşine düşmüştü yine, tribünden basit bir intikamın değil.

Adanaspor’un mazisine dönüp baktığınızda orada, hem de güzel bir yerde Feyzullah’ı göreceksiniz.

...“YENİLMEMİŞ” bir adam!!!

16 Kasım 2008 Pazar

bolu:2 adana:0

Ne Diyelim?

Bizim buradan yapacak hiçbir şeyimiz yok. Üzülmekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Sadece taraftarız, on binlercesi gibi... En masum, en saf, en duru Adanaspor sevgimizle yazdık, yazıyoruz, yazacağız. Elimizden gelenlerin tümü o sevgi çerçevesinde kendine bir yer bulmaktadır, her bir taraftarda olduğu gibi. Çok çok derdimizi paylaşıyoruz bu vakitler, daha önceleri nasıl sevincimizi paylaştıysak.

Şimdilerde, lirik şair Fuzuli misali “aşk acısından duyulan mutluluğu” dile getiriyoruz. Bizim, (Adanaspor için bir şeyler yazanlar olarak) gücümüz bu! Ama tanık olduğunuz gibi bu aralar Adanaspor’umuzun da gücü bu! Kim kime ne için kızabilir veya sitem edebilir ki! Birtakım yanlışlıklarla başladı sezon, öyle de devam ediyor. Herkes gibi biz de devre arasını kolluyoruz artık sonu meçhul bir beklentiyle.

Evet, Boluspor’a 2–0 yenildik. Radyodan yer yer dinlediğimize göre daha da farklı olabilirmiş sonuç. Tesellisi bu yine; büyük bir fark yememiş olmak…

Oysa biz teselli değil umut istiyorduk. Fakat her şey önünde sonunda yukarıdaki saptamaya geliyor: Adanaspor’umuzun gücü bugün itibariyle sahada gördüğümüz kadarıdır!!!

Şimdi efkârdan iki tek atmanın tam zamanıdır. Fonda da “paramparça” çalacak, Müslüm Baba’dan ama: ))

14 Kasım 2008 Cuma

bu kez olsun


Yenmek ya da Yenmemek
Şimdi gelelim Boluspor’u yenme meselesine. Veya “Bolu’yu yenebilir miyiz”e veya “Bolu’dan nasıl puan çıkarırız”a veya “Boluspor’dan puan çıkarabilir miyiz”e…
Şuracığa aklımızda kalan bazı sonuçları sıralayalım;
Gaziantep Belediye bizi Adana’da yendi, sonra evinde Orduspor’dan 4 yedi; Sakarya Karşı’yı üçledi, Karşı, Kayseri’yi Kayseri’de yendi; sonra o Sakarya Bolu’ya kendi evinde yenildi; Manisa, ligin tozunu attırıyordu ki Erciyes’ten 4 yedi; Adanaspor Diyarbakır’ı 2–1 yendi; Diyarbakır da geçen hafta hazır şampiyon Altay’a 4 çekti. Güngören’in ne yaptığına akıl sır ermiyor zaten. Yani 1. ligde (affınıza sığınarak yazacağım bunu) kör tuttuğunu… Daha adaplı söyleyelim, bu lig her bir enteresan sonuca müsait…
Yukarıda verdiğim neticelere sırtımı verip kestirmeden “o zaman biz de gideriz orada Boluspor’u yeneriz, yenebiliriz” derim. Bunu demek içimden geçse de öyle demeyeceğim.
Çünkü feleğin böyle bir cilvesi için bile sahaya çıkanların bir şeyler yapması, yaptıklarına takviyelerde bulunması şart. Ya da bu koşullarda bile sahaya “bir şeyler” yapabilecek bir 11’in çıkması şart.
Boluspor’dan nasıl puan veya puanlar alabiliriz?
• Bir kere koşullar nasıl olursa olsun Ahmet Şahin’in gol yememesi gerekiyor (ben yazıyı tam da burada bitiriyormuşum: )) ama bunun içinde önünde daha dinamik bir defans dörtlüsü elzem. Dörtlü dedim. Macera aramaya gelmeyen bir defans yapımız var, bunu unutmayalım derim. Bu dörtlün içinde bir yerde Kerem mutlaka olmalı. Ersan risk almadan oynamalı. O klasik pozisyonunda çalım atıp ilerlemeye heveslenmemeli. Zor durumdayken topu taca filan atmak bizi alçaltmaz.
• Fuat, biz o çıkışlarını sevsek de, topu alıp rakip defansın içine dalmamalı. Böyle gidişlerin dönüşü biraz problemli oluyor. Bir de ilk hamlelerde birazcık daha sakin olmalı. Mümkünse o anlardaki hamleler topa olmalı: ))
• Sağ tarafta Yunus oynayacaksa o da fiziği el verdiğince hareketli olmalı. Onun ağır hali hem kanadındaki hücum zenginliğimizi sınırlıyor hem de bölgesini koridor ediyor.
• Ahmet Yıldırım bu dörtlünün önünde bir emniyet kilidi olmalı. İleriye çıkacağı anlarda orta kulvarı tercih etmeli. Yanına, Ahmet Yıldırım için de bir miktar enerji barındıracak ve kullanacak biri monte edilmeli.
• “Müthiş” Hakan Ahmet Yıldırım’ın önünde kalmalı ve hiç korkmadan daha çok şut atmalı. İlk yarı mümkünse enerjisini biraz idareli kullanmalı. İkinci yarıya maçı koparmak için rezervde ona bir şeyler kalmalı.
• Fevzi o turuncu kramponları yeniden giymeli. Ve ona inananların yüzünü ağartmalı. Hatta bu maçta gol atmalı. Geçen maçta yaptığını yapmamalı, (kim ne derse desin, boş ver. Hem “sen izin vermedikçe kelimeler sana zarar veremez”…) kaleyi o mesafeden görünce topu o çerçeveye bu kez yapıştırmalı.
• Halit iyileştiyse mutlaka oynamalı.
• Emre! Emre de şu 1.lige nasıl bir golcü olduğunu artık göstermeli. Neler yapabileceğini hepimiz biliyoruz. Ama işte onu gol kanalarına sevk ettirecek bir akıntı da olmalı. İyi paslar alabilmeli. Topu geriden alıp ileriye taşımak zorunda kalmamalı.
• Kbong, savrukluğunu biraz toparlamalı, ayağına biraz daha hâkim olmalı. Kritik anlarda ayağına geçen şut, orta, gol fırsatlarını hoyratça harcamamalı. O kadar koşuyu bir neticeye bağlamalı.
• Mbilla kaybolmamalı, oyunda olduğunu unutmamalı. Kenarlarda unutulmamalı. Daha merkeze doğru oynamalı. (Rıdvan’ın bize oynattığı o tarzı hatırlayınız; topu alan futbolcunun rotası, otomatik pilota bağlanmış gibi, direkt penaltı noktası oluyordu. O noktaya en hızlı o zamanlar iniyorduk galiba.) Mbilla da hedefi penaltı noktasına odaklamalı.
• Adanaspor en nihayetinde sadece 3 puana kilitlenmeli.
Geçen sezon Mersin deplasmanı için İsmail Eğriparmak’ın enfes bir yorumu vardı. Yorumdan öte maçı önceden oynama olmuştu onunki. O tarzda bağlayayım:
Acele etmeyeceğiz, paniklememeli, sonuçta deplasmandayız. Maçı olabildiğince dengede götürmeliyiz. Bunu yapmamız işten değildir. 70. dakikadan sonra 3 puan için yüklendiğimizde bulacağımız gol maçı bu kez tamamlamamıza yetecektir. En sabırlı halimizle oynamalı. Orada takımı tedirgin edecek bir tribün baskısı da olmayacak nasılsa.
Evet, hemen hemen tüm Adanasporluların aklından ve gölünden geçenler aşağı yukarı bu çerçevede bir şeyler. Bana da bunları bloga aktarmak kaldı.
“…bize üç puan lazım
Hemen bu hafta lazım…”

13 Kasım 2008 Perşembe

tribün terimleri/4


Tribünlerden
Epeydir yazmıyorduk tribün deyimlerine dair bir şeyler. Vakit olmadı ki, gündem hep hareketliydi, ancak ona yetiştik.
Bolu galibiyeti beklentisi üzerine bir şeyler yazmadan, araya bir tribün muhabbeti sıkıştıralım o zaman. Bolu maçı için de yarın bir şeyler yazarız, tabi ki bu yazma işi kendimize has öznelliğimizle olacak: )) çünkü umut etmezsek yaşamayız ki… Değil mi?

Satılmış Hakem
Maddeleyelim bakalım yaklaşımları…
• Tribünlerin hitidir bu saptama.
• TOP 10’un zirvesindedir.
• On yılların vazgeçilmezi.
• Her maçın favorisi, onsuz maç bitmez. Bitse de bir yanımız eksik kalır. Hatta bunu bağırmak için içten içe o maçta kötü durumlara düşmesini bile bekleriz: ))
• Haklılığımız veya haksızlığımız önemli değil. Önemli olan ortamın bunu ifade edebilmeye müsait olmasıdır. (bu aralar, üst üste birkaç maç, aslında sezon başından beri ortam hakemlerin böyle nitelenmesi için hiç bu kadar müsait olmamıştı)
• Tabi bu tepki yukarıdaki başlıkta yazıldığı kadar masum dillendirilmemekte. Aslını biliyorsunuz;) Şimdi o şekilde “niteleme” aslında çoğu zaman haksız yere yakıştırılır kara kaşlı, kara gözlü, aile babası, hatta ziyadesiyle eril, kiminde bıçkın, bazen “vadi” tandanslı bir memleket insanına. Ama canım bu “iltifatı (!)” hak edenine de siz bir taraftar olarak hiç mi rastlamadınız?
• Evet, çoğu zaman taraftar (olarak) duygusal tepkiler verir(iz) hakem kararlarına, bazen de abartır(ız). (Ve fakat hep bir haklılık payını saklı tutarız hanemizde.) belki haklılığımız da yüzdenin az olan diliminde bir yerdedir. Lakin o taraftar tüm yenilmişliğin, adaletsizliğin, zulmün kısmi faturasını hakeme keser. Çünkü o hakem aynı zamanda otoritenin resmi düdüğüdür, ceberut devletin, zalim vergi memurunun, köşede bize pusu atan trafikçinin, acımasız bankacının, ayartan kredi kartlarının, bilumum faturanın, baskıcı-dayakçı öğretmenin, işini yapmazken tersleyen memurun, tepemize inen jopun, bir türlü tarafsız olamayan federasyonun simgesi hatta o tribünde ve de resmiyette kendisidir…
• Hakeme ve temsil ettiği her bir şeye itaat etmeme refleksi kendi suyunda geliştirilirken, taraftar hayatın tüm kargaşası içinde, “hem dik durup hem de dikleşmek” istediğinde ( siz anladınız;) derdini o iki kelimeyle de anlatır.
Tepki öyle de koyulurken işte, taraftar geçmişte olmuş ve gelecekte elbette olacak türlü haksızlıklara sayar bunu. Nasrettin Hoca hesabı hemi de, testi kırılmadan denecekler densin de

12 Kasım 2008 Çarşamba

teselli değil umut

Tutunacak Bir Dal
İnsanlara umut vermek gerekir, onlara tutunacak bir dal uzatmalı, hayata bağlayacak bir şeyler ama ne olursa olsun…
Bir lokma ekmektir belki bu, bir odanın sıcaklığı, bir bakış bir tebessümdür, bir şarkıdır bu ne bileyim, ama bir umut vermeli ki güne başlamanın bir anlamı olsun. İnsanlara tutunacak bir dal…
Teselli değil umut istiyoruz!
Güneşli, güzel günlere inanmanın lezzeti, bunun kendisi de güzel bir şeydir. Sevgilinin öylesine de olsa bir bakışından duyulan haz… Evet, bir umut vermeli ki rakıya arada bir efkâr gerekmesin.
Teselli değil umut istiyoruz!
Her ne kadar Adanaspor’un kendisi bir umut, yaşadığımız şu sıradan hayatın capcanlı bir rengi, günlere tutunmada en sağlam dal olsa da bize, şu sıralar bu büyük turuncu gücün yanına bir beyaz bir umut istiyoruz.
Teselli değil umut istiyoruz!
En güzel iki armağanla taçlandırılan geçmiş iki sezonun kendisi de herkes için bir referanstır, bizim içinse umudun en somut göstergesidir. Yani “yapacağız” dediğimiz zaman “yaparız”, “yaptık”… İşte hala kaybolmamış bu sezon için Adanasporluluğumuza yakışır bir hamle bekliyoruz.

Not: Bu tutunacak dalın ucu adı Adanaspor’la anılabilecek kifayette bir hoca olsun.
Biz taraftar olarak diyeceğimizi dedik… Şimdi, her bir Adanasporlu gibi heyecanla gelişmeleri bekleyeceğiz.
Ama işte biz hala hiç vazgeçmeden,
Teselli değil umut istiyoruz!

ahmet yıldırım, diyoruz

Hoca Kim Olacak

Üç isim dolanıyor piyasada, üçü de birbirinde vahim.

* Celal Kıbrızlı hala antrenörlük yapıyor mu, meçhul. Unuttuğu berberliği tepemizde mi öğrenecek? Bu ismi acilen geçelim.

* Diğer isim Bahri Kaya. Rıdvan’dan hazır aldığı takımı zar zor şampiyon yaptıydı(!) Hoş, takım zaten şampiyondu aldığında. Rıdvan işi epeyce kolaylamıştı zaten. Ama o yıl Bahri Kaya’nın kupadaki basiretsizliğini unutmayacağız ve affetmeyeceğiz. Bahri Kaya’nın büyük gayretiyle de yenildiğimiz Kocaeli kupayı alıp UEFA’ya gitmişti. Kupayı almasaydı da gidiyordu… Bir de ne yapmış onca zamanda bu hoca liglerde. Lütfen Adanaspor’un çapını bu kadar düşürmeyelim! Çok basit bir şey söylüyoruz; Adanaspor’un ağırlığını çekebilecek biri lazım. Ne demişler, “devlerin yükünü karıncalar çekemez!” Unutulmaya! Bu ismi de tez elden çizdik.

* Sonuncusu Hikmet Karaman. Hocalığa dair bir kariyeri varsa nedeni Adanaspor’dur. Büyük bir ihanetle gitmişti Kocaeli’ye. Üstelik türlü Bizans oyunları da yaparak… Bizim paramızla Avrupa’yı gezip beğendiği topçuları Kocaeli’ye transfer ettirerek, peşinden birkaç futbolcumuzu ayartarak… Çabucak geçelim bu ismi de…

Şimdi takımı Ahmet Yıldırım ve Fuat çalıştırıyormuş. Şu koşullarda bizce en isabetli isimdir Ahmet Yıldırım’dır… Neden, diyeceksiniz. El cevap:

* İlklere imza atan Adanaspor, burada da bir ilki gerçekleştirecektir. Oyuncu-menajerlik uygulaması. “Şimdiki zaman” buna son derece uygundur.
* Gündemde o üç isim varsa bunlardan çok daha kariyerli olan bir Ahmet Yıldırım var karşılarında. O, UEFA kupasını kaldırmış bir futbolcudur, hiçbir şey olmazsa… Peki ötekiler?
* Takımı en iyi tanıyanlardandır Ahmet Yıldırım, bizle bir şampiyonluk keyfi de yaşamıştır, tribünden edindiğimiz izlenim onun takımı çevirebilecek bir dirayette olduğu yönündedir.
* Ara dönemde isabetli transferler yapabilecek bir çaptadır.
* Üstelik bunun çok güzel bir örneği de vardır. Aslında çok örneği vardır da biz birini hatırlatalım. Efsanevi futbolcu RUUD GULLİT… 1995–1998 yıllarında Chelsea'de oyuncu menajer olarak görev almış ve Fa Cup'u kazanan en genç menajer olma unvanını ele geçirmiştir.
* Vaktiyle Gündüz Hoca başkanımız olmuştu teknik direktörümüzken, şimdi de Ahmet Yıldırım neden oyuncu menajer olmasın…
* Bizim camia olarak buna yüreğimiz yeter, desteğimiz de olur sonuna kadar! Haydi o zaman…

10 Kasım 2008 Pazartesi

yok canım

Eyvah

O müthiş maçı hatırlarsınız; Antalya’daki Adanaspor-Şekerspor karşılaşmasını. Şampiyonluğu bir sene ertelediğimiz maçı… İşte o maçla hasbelkader şampiyon olan Şekerspor’un bir hocası vardı; Celal Kıbrızlı…

Galiba futbol hayatındaki tek başarısı da oydu. Ondan sonra bir şey yaptı mı onu bilmiyoruz. Duyan varsa beri gelsin. Küçümseme değil bu lafların ardındaki anlam, sadece derin bir şaşkınlık, bizi fazlasıyla alakadar eden bir şaşkınlık üstelik.

Durup dururken, Celal Kıbrızlı bizi niye ilgilendirsin, diyorsanız; duyduğumuza göre Başkanımız yüzde doksan onunla anlaşmış. Ama dileriz bu yanlış bir duyumdur. Yoksa halimiz daha da haraptır. Önyargılı bir yaklaşım olabilir bizimki, önyargıysa önyargı, mevzuumuz Adanaspor ve Adanaspor’umuz, tarihi boyunca ne çektiyse o çapsız antrenörlerden çekti, bu listeye birini daha eklemenin ne anlamı var şimdi!

Bize tam da bu anda Adanaspor’un adının ağırlığı altında ezilmeyecek isimler lazım. Bu sezon yaşananlar ortada. Tekrar edelim, dileriz yanlış bir bilgidir bu veya bir şey olur da o yanlıştan dönülür, aksi takdirde bu sezon için umutlar hepten kararır. Bu koşullarda biz” tüm iddiamızı kaybettik” farz ederiz ve gelecek haftalara dair yorumlarımızı buna göre yaparız.

(Bu sezonluk hayal kırıklıkları yeter. Ama yine en değer bilir hislerimizle ve nankörlük etmeden takımımızı mevcuttaki haliyle zaten seviyoruz, severiz, seveceğiz. Aşkımız Adanaspor’adır neticede. Ama…)

Evet, sonuçta bizim fikrimiz bu! Bizim dışımızda hiç kimse açısından hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Şimdiye kadar “kol kırılsın yen içinde kalsın” anlayışıyla hemen hemen hiçbir olumsuz eleştirimiz olmadı takımımıza dair, belki buna, bu sezona kadar pek gerek de olmadı, fakat bu duruma dair hoşnutsuzluğu da dillendirmemek mümkün değil. İçimizi ferahlatacak haberler bekliyoruz...

Her şey Adanaspor için…

9 Kasım 2008 Pazar

macera devam ediyor

Yeni gelişmeler üzerine, bir şeyler yazma gereği çıktı ortaya yine. Bu yıl öyle bir panorama veriyor ki Adanaspor, bize yazı sıkıntısı çıkmıyor, ne yazık ki… Durum şöyle;
• Biz de gazetelerden öğrendik, Mustafa Çapanoğlu istifa etmiş. Bir diğer habere göre bu, yönetimin isteğiyle olmuş. Her iki durum da vahim; hocanın inancını yitirmiş olması ve istifa etmesi, yönetimin, yani başkanın hala bir karar verememiş olması. Bu kararsızlık hali en baştan beri bizi fena hırpaladı bu sezon.
• Baştaki hoca seçimi tam bir facia oldu bizim için. Başka hocaların adı geçiyordu, sonra Hüsnü Özkara dendi sanki ani bir kararla. En kötü karar, kararsızlıktan iyidir, sözü burada olmadı. Hoca konusundaki bu kötü karar peşinden artçı depremleri getirdi. Gelenler gidenler… Bilemezdik ne olacağını evet, ama takımda zaten bilinen biri vardı, Eyüp Hoca… Çok yazdık bu mevzuyu da…
• Futbolcu tercihlerimiz bu ligin yükünü çekmeye müsait değilmiş demek, bunu da yaşayarak öğrendik. Ama bir önceki sezondaki isabet oranın bu kadar düşmesi bir rastlantı olamaz elbet, Kemal Hocanın kurduğu takımı hatırlayınız ve o takımın ligi nasıl tamamladığını…
• Şampiyonlukta büyük emekleri olan üç futbolcunun yokluğu bakın nelere mal oluyor, bir şekilde Yılmaz, Cem ve Alper’le anlaşılmalıydı demek. Hele Cem’le ne olursa olsun anlaşılmalıydı, o iki şampiyonluktaki katsının hatırına olsa bile. Bunu da yeterince konuştuk.
• Gelinen durum adeta bir yanlışlıklar komedyası. Eyüp Hoca’nın yerine Mustafa Çapanoğlu; Alper, Cem tekrar alt yapıya, sonra ters giden işler ve yine giden bir hoca… Şimdi kim gelecek sorusu. Kim gelsin istersiniz? Bundan sonra işin başına bu koşullarda geçecek birini bulmak zordur artık. Bizi umutlandıracak bir isim…
• Bu noktadan sonra baş gösterebilecek bir güven sorunu ile karşı karşıya gelmemiz söz konusudur. Kim hangi cesaretle gelecek takımın başına, ne kadar kalacak gelse de? Gelince ne yapacak bu sıkışık kadroyla. Ara transfere kadar dayanabilecek mi? Bizce, küstürülmüş olanlar yine “emanetçiliği” kabul edecek mi?
• Bu lig galiba başkanımızı biraz “tecrübesiz” yakaladı. Süper ligin en yakın kuzeni olan bu 1. lig öncekilere hiç benzemiyor. Ne demişler, “Tecrübe dediğin şey, yediğin kazıkların toplamıdır!” Sanki başkanımız bu lig konusunda fena yanıltıldı veya yanıldı.
• Neyse ki başkanın tribünde hala kredisi var. Ümidimiz de böylece devam ediyor, geleceğe dair. Ne yazık ki takımın bu kadar kredisi yok orada, keşke olsaydı da bazı maçlar farklı sonuçlansaydı-sonuçlanırdı. Artık şu araya en az kayıpla ulaşalım da başkanımız telafi yoluna gitsin hatalar zincirinin. Kredi devam etsin.
• En sevindirici durum şu 1. ligde, her sonucun alınabilmesi (Bakın Erciyes, Manisa’ya 4 attı bugün, usanmadan dediğimiz bu… Tırmanış hala mümkün, yeter ki doğru hamleler olsun artık.).
• Son olarak… bakın, Bayram Akgül ile ilgili tüm ifadelerimizde hep “başkanımız” diyoruz. Öyle de. Evet, şirketiz ama ortada bir “patron” yok “başkan” var, diye düşünüyoruz. Tüm zorlukları tek başına göğüsleyen biri var. Şehrin hiçbir şey umurunda değil bu anlamda, “şehirden kastımız maddi veya manevi anlamda adı bu şehirle anılanlardır…” Yalnızdır Bayram Akgül bu durumda. Doğrudur! Ve fakat bizi de ayakta tutabilecek tek güç başkanımızın tüm camianın da başkanı olacak bir profil sergilemesidir-sergilemeye devam etmesidir; Adanaspor’u sadece bir şirket değil aynı zamanda bir kulüp olarak görmesidir, stratejisini buna göre belirlemesidir.
En nihayetinde, sorunların hallolamayacağına dair en ufak bir kuşkumuz yoktur! Ki, başın öne eğilmesin Kaplan, görecek günler var daha…

yeneceğiz, dedik ama yenemedik

Önsöz: Maç öncesi son yazı aşağıdaki gibi iddialı bir başlıkta olunca ne de zor oluyor yahu bir beraberlik yazısı yazmak: ))

Denk kuvvetlerin maçı olarak göründü. İlk yarı Orduspor gol pozisyonları da buldu. Bir topları direkten döndü. Adanaspor maç boyunca dikkatli oynadı. Yakaladığım pozisyonu gol yaparım ve maçı koparırım, anlayışıyla oynadı. Nitekim 32. dakikada Hakan’ın ara pasına koşan ve rakiplerinden sıyrılan Kbong Adanaspor’un golünü attı.

Golden sonra da kontrolü elden bırakmadık. Bu sürede Ahmet Yıldırım akıllı oyunuyla takımı rahatlatan futbolcuydu. Hakan yine iyi işler yaptı. Fevzi üzerinde baskıyla net bir pozisyonda, galiba kaleye vurmaya cesaret edemedi, sağındaki Emre Hızarcı’ya bir pas çıkardı ve… bir golden olduk.

İkinci yarıya Emre Hızarcı’nın yerine Kerem’le başladık. Defansı böylece dörtledik, Ahmet önlerinde oynadı, onun da hemen önünde Hakan vardı. İkinci yarı Adanaspor rakibe pozisyon vermeme niyetindeydi. Genelde öyle de oldu. Bir pozisyonda Ahmet Şahin net bir golü çıkardı. Bu dakikada biraz şanslıydık, aslında rakip forvet güzel de vurmuştu; ama kalecimiz o dakikada çok iyiydi.

Derken…
Dakika 86’da hakem çıktı sahneye. Yahu bir her hafta bir şeyler mi yazacağız şu hakemler için! Bir tanesi haysiyetli bir insan gibi bir maç yönetmeyecek mi? Pozisyon şu; (valla en tarafsız halimle yazacağım: )) defansımızın arkasına bir top sarktı, Ahmet Şahin tam da ceza sahası çizgisine kadar çıktı. Rakiple birlikte topa havalandı, bunu yaparken ellerini filan açmadan da sırtını dönmeye çalıştı topa. Defansımız yardıma yetişirken, bu birlikte yükselme sırasında top kaleciye çarptı ve ceza sahası çizgisinden uzaklaştı. Ve hakem işte tam bu sırada start aldı ve tam da ceza sahası çizgisinde frikik kararı verdi. Ahmet Şahin’e de sarı kart gösterdi.

Maden bu kararı verdin ne diye kırmızı göstermedin ki be adam? Yüreğin o kadarına mı yetti? Vaziyeti mi idare ettin? Tabi kabak gibi ortada olan kaleye ayağı son derece düzgün Bruno güzel bir vuruş yaptı ve skoru eşitledi.

Not: Puan kaybettiğimiz her maçta biz zaten genel olarak yetersizdik, hadi itiraf edelim, kötüydük; ama o hakemler de en az bizim kadar kötüydü. Mesele bu. Yardım ummuyoruz, biraz insaflı olun diyoruz. Bırakın da en küçük bir bahanemiz olmadan yenilelim!

7 Kasım 2008 Cuma

yeneceğiz


Orduspor’u Yenmek

Kederli geçen haftaların acısını bu maçtan çıkarmayı ister gönül, şöyle farklı bir galibiyetle. Bu istek işin duygusal yanını temsil eder. Biz gerçeklere bakalım, eldekine göre hesap yapalım.

* Emrah yok! Bu durum bize üst üste üç yenilgi ile, acı bir tokat attı. Bizi kendi gerçeğimizle yüzleştirdi. Rakip kaleye o yokken etkili gidilemiyor ki…
* Emre yok! Şimdilerde eleştirilse de ileride çok koşması, rakip defansı rahatsız etmesi, koşularıyla oralarda bir tedirginlik yaratması Kibong ve Mbilla için yer yer “gol pozisyonu ihtimali yaratıyordu. [Mbilla’nın önceki gollerinde Emre’nin katkılarını hatırlayınız.] küçümsemeyiniz bu “yer yer” ifadesini, bir maçta artık kaç tane net pozisyon bulabiliyoruz ki…
* Orta sahamız yok! Bunu yazmaktan biz sıkıldık. Siz de okumaktan bıkmışsınızdır. Geçelim.
* Halit yok! Tam da olacaktı, ama yok. Yine bir antrenman sakatlığıydı. Varlığı bize iyi gelirdi bu yoklukta.
* Sabırlı taraftar yok! Eh, bunu da yazdık. Biraz daha yazarsak yanlış anlaşılacağız. Nokta!
* İstikrar yok! Üç haftalık “yenilgi serisi” dışında.
* Umut yok! Bu da doğaldır. Evde 6 puan kayıp, bunun karşılığında dışarıdan gelen sadece 1 puan. Bir de pek iç açıcı olmayan futbol.
* Kartsız geçen hafta yok! Hakemler de sağ olsun.
* Ama Adanaspor var!!! Evet, en önemli hususa geldik. Sevgili Adanasporlular, siz de iyi bilirsiniz ki hiçbir şeyin olmadığı yerde Adanaspor vardır. Bu bile tek başına tüm “yoklukları” “var” eder. Karanlıkta “turuncu” bir ışık olur. Umutsuzluk pılını pırtısını toplar gider. Bir heyecan sarar yine seveni. Stada yaklaşırken yine mırıldanmaya başlarız şarkıları.

8 Kasım 2008 itibariyle Adanaspor atar üzerindeki ölü toprağını ve Orduspor’u yener! “Adanasporluluk”tan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadan… tribünde ve sahada…

6 Kasım 2008 Perşembe

taraftarlık üzerine


Üç N / Bir T

Taraftarlık üzerine birçok yazı karaladık, genel taraftarlığa veya kendi taraftarlığımıza dair… Tüm bunlar bir tür “suya yazı yazma” eylemi midir, bilinmez. Fakat öyle gibidir. Kimselerin “tarzından” vazgeçmek gibi bir düşüncesi yok, olmaz da, hatta bunun gerekliliği bile akla getirilmez. Çünkü ben de taraftarlığımı en ideal düzeyde görüyorum, en “taraflı” halimle. Yine de bir şeyler yazmadan olmuyor, “taraftarlık” üzerine. Çünkü taraftarlık o kitlenin içinde bulunduğu “her şeyle” de ilgilidir. Taraftarlığı konuşurken sadece o taraftarlığı konuşmuyoruz, değil mi?
Örneğin Adanalı bir taraftarla Kayseriliyi hangi “düzlemde” ele alsak arada hep “yokuşlar” oluyor taraftarın “azami müştereklerde” buluşmasını köstekleyen; inançlarda, ekonomide, futbolu hissetmede, hayata bakışta, siyasal tercihlerde, rakıyı algılayışta mutlaka birtakım özgünlükler vardır tribünleri de sloganları da etkileyen. Bu farklılık doğaldır da. Ama “asgari müşterekler” de mi yoktur taraftarlık hissiyatında?
Werder Bremenli bir taraftarla Adanasporluyu hemfikir yapan? Hani gazeteciliğin 5N 1K’sı gibi… Aslında var olduğunu düşündüğümüz için bu başlık böyle: 3N 1T… Açılımı; Neden Taraftar, Nasıl taraftar, Ne Zaman Taraftar?

Neden Taraftar?
Bunun farklı farklı yanıtları vardır. Avrupa’daki bir şehir takımının taraftarı olmanın bazı tarihsel, kavimsel nedenlerinin olduğu bir hakikattir. Oralardaki ayrım şehir-devletlere kadar gidebilir. En yerel bir bakışla örneğin bir Milanolu taraftar aslında vaktiyle kendince bir devletin vatandaşıydı. Devamında o küçük krallığın bir tecellisi olan tutması da kaderin bir oyunu değil dayatmasıdır.
İzmir’deki Karşıyaka-Göztepe farklılığı da kısmen böyledir. Semtlerin oluşturduğu bir tercih vardır orada, kendini İzmirli değil de Karşıyakalı saymanın “orijinalliği”. Ankaragücü-Gençlerbirliği ayrılığı da içinde bir takım sosyolojik, kültürel unsurları saklar. Gençlerin “olaya” biraz daha elitsi yaklaştığı-yaklaşmış olduğu rivayet edilir.
Lakin bir Eskişehirsporlu, Sakaryasporlu, Bursasporlu, Bolusporlu olmak günümüz itibariyle “gayri ihtiyari”dir. İşin en enteresan boyutu ise Adana’da yaşanmaktadır. Çünkü baba ve oğul arasında bir tercih farkı olsa da bunun hiçbir ruhbilimsel, sosyo-ekonomik, kültürel filan gerekçesi yoktur. Şöyle bir fark olabilir: Popülerlik. Bu popülerlik de kendini iki biçimde gösterebilir:

1) Taraftar kitlesinin popülerliği ve şehirde iyi örgütlenmesi yani kendini iyi ve etkili tanıtması

2) Takımın liglerdeki başarısı

Bu tercihlerin renklerle de ilgisi yoktur. Benim takımımın renkleri ne ise en güzeli de odur. Bunu geçelim. Peki, en nihayetinde bir taraftar neden taraftardır, neye göre?
Bunun sorgulanması “aşk” kavramının sorgulanmasına benzer. Mehmet Ali Kılıçbay bir yazısında aşk denen şeyin direkt öznenin arzuları, beklentileri için olduğunu söylemişti. Yani ben birine âşıksam aslında kendim için aşığım. O sevgilinin bazı meziyetleri olsa da ruhsal veya fiziksel… Taraftarlık da öyledir. Kısmen. Kişisel tatmini sağladığı sürece vardır taraftar. Kişisel tatmin de genel için düşünüldüğünde mutlak başarıdır. Yani her an “eski aşka” dönüşebilir takım ve taraftar da onu hayatının önceliklerinden çıkarır.
Bir takımın taraftarı olmanın tarihsel veya kentsel gerekçeleri ne olursa olsun son tahlilde “taraftarlık taraftar içindir!” saptaması damgasını vurur.

Nasıl Taraftar?
Bu alt başlıkta yine aynı değerler akla geliyor; fedakârlık, kötü günde de sevmek, hep destek, takımı ille de başarısı için sevmemek, falan filan. Sakız ettik… Bildiğiniz laflar. Yani takım aşkı büyük ölçüde “platonik” olan…
Hayatımız baştan sona öznelliklerle doludur. Öyle de olmak zorundadır. Çünkü her insanın bir düşünme, analiz etme, tercih yapma becerisi vardır (reflekslerle de olsa)… Bu da öyle olmak zorundadır, değil mi? ( İradesini –siyasette gördüğümüz gibi- iki torba kömüre pazarlayanlara sözümüz yok!) Durum böyleyken “nasıl taraftar”ın cevabını vermek, buradan bir profil çıkarmak yine öznel bir iş oluyor. Ne diyelim şimdi burada? İdeal olan hangisi?

*çekirdek çinten ve sadece maçını izleyen taraftar mı,
*ne olursa olsun vaziyet, arada hakeme sövmek için bulunan taraftar mı
*rakip takımın maneviyatını bozmak için ter döken taraftar mı
*takımı her haliyle kabul eden taraftar mı
*takım galipken bile ondan hoşnut olamayan taraftar mı
*daha üçüncü dakikada kendi takımına sinkafı basan taraftar mı
*yönetimin taraftarı mı
*yalnızca başarılarla tatmin olan taraftar mı?

Şöyle toparlayabiliriz, galiba; alın bir insanı okulda, evde, işte, rakı masasında, seyahatte, kahvede kâğıt oynarken tahlil edin, şöyle bir resmini çekin, tribüne kopyalayıp yapıştırın ortaya aynı suret çıkacaktır. Bu da o ülkenin; o siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel koşulların, o şehrin, o eğitim niteliğinin insanı olacaktır. On bin kişilik bir tribünü bu anlamda tarzlara göre gruplandıracak olursak orada galiba yine on bin grup olacaktır. Veya böyle bir şey. Yani; “Taraftarın nasıllığı= Bireyin nasıllığı”

Ne Zaman Taraftar?
*takım başarılı olduğu zaman
*galip gelindiğinde
*gol atarken
*gol kovalarken
*takımın bir kalecisi olduğunu unutmuşken
*şampiyonluğa oynarken
*şampiyon olurken
*bazen küme düşerken
*küme düşmemesi için çırpınırken
*diğer takımın taraftarını kızdırırken
*formlarda klavye savaşlarına girişirken
*takıma bir aidiyet hissederken
*bir efsanenin parçası olmaya çalışırken
*camianın gücünden kendine bir güç ararken
*bunun olabileceğini zannederken
*hayata tutunacak bir dal ararken
*hafta sonlarına bir anlam kazandırmak istediğinde
*macera aramaya başladığında
*ağrısız başını ağrıtmak istediğinde
*hayata, talihe sitem etmeye heveslendiğinde
Bu cevaplar da yetmez, diye düşünüyorsanız şöyle noktalayayım;
“taraftarın keyfinin geldiği, gerçekleştiği zaman taraftar.”

3 Kasım 2008 Pazartesi

sana hakem olamazsın demedim...

Bir Maç Bir Karakter
Gelelim o Fırat Aydınus denen zat-ı muhtereme. Zat-ı muhterem dememiz işin istihzası… Muhteremlik ona yıldızlar kadar uzak bir kavram olarak durur yeşil sahalarda, iki benzer anın analizi sonucunda.
Şimdi elbette yenilginin bir acısı var içimizde, inkâr mı edelim. Biz de sıradan her taraftar gibi yenilgiye bir kılıf arayabiliriz takımımızın aşkıyla, doğal olarak, sonuçta taraftarız ve de taraflıyız… Ama bu yazıdaki hiçbir öznellik o Fırat Aydınus deneni aklamaya, bir nebze de olsa haklı göstermeye yetmez. Çünkü o zat, benzer bir enstantanede Arda’nın ağırlığı altında ezilmiştir kısa bir süre önce, karizma çizilmekle kalmamış, bırakın hakemliğini, insanlık haysiyeti üç paralık olmuştur.

Sıkışan Kuyruk

Ama işte bir yerden kurtaracaktır ya sıkışan kuyruğu, bizim Emre de ona bu manada hayatının fırsatını vermiştir o “aydın”lıkla bundan gayrı hiçbir alakası olamayan, kalmayan “us”a… Fırsatı ganimet bilen o hakem denen “nahakim” Emre’yi anında saf dışı bırakmıştır. Yayıncı kuruluş o ikinci sarıdan kırmızıyı gösterirkenki yüzünü tekrar yayımlasa da o Fırat’ın, insanlar bir daha tanık olsa bir önceki “ezikliğin” nasıl suret bulup intikamı “gücünün yetebileceği” bir camiadan, futbolcudan çıkarmanın nefretine…

Kime Mesaj
Aslında aciz bir mesajdı o, tribündeki Oğuz Sarvan’a; “Bakınız efendim, ben hala otoritesi olan bir hakemim, nasıl da attım bu itaat etmez oyuncuyu üstelik maçın hemen başında. Geçen hafta mı, şey onu unutunuz yahu ben unuttum bile, kem küm… N’olur derbiyi bana verin…” gibisinden…
Yemezler efendi, bu ikiyüzlülük bir kariyerin olsa olsa bitişidir. Bu rezilliği sineye çeken de, yok sayan da, canım olur öyle şeyler diyen de, Emre de itiraz etmeseydi şeklinde düşünene de o “ilkesizliğin” doğrudan ortağıdır.

İlkesizliğin Resmi Geçidi
Devamında maçın iyice “ilkesizleşen” hakem (biz ilkesiz diyoruz, siz daha uygun bir sıfatı koyun) rakibe de garip kartlar çıkardı. Ve o kadar kaybetti ki kendini, belki bir vicdan muhasebesi sonucunda 94.dakikada gayet sıradan bir pozisyonda rakipten bir oyuncuyu dışarı attı. Yapma efendi, derler adama, bizi yutturamazsın, bak onlara da acımadım diye. Sen acizliğine ne diye kurban edersin o futbolcuyu, kulübü, eğer gerçekten hakkaniyetli bir adamsan veya adamsan son kırmızını kendine gösterirsin.

Manisa’da Son Tango

Son acizliğini de son saniyelerde gösterdi o muhterem. Ahmet Yıldırım rakip ceza sahası çizgisinde kafaya çıktığında faul çaldı. Faulü biz kendimize beklerken rakibe verdi, Ahmet ne olduğunu anlamaya çalışırken, Fırat Aydınus hakemliğinin hakikaten bittiğinin en net fotoğrafını verdi ve işaret parmağıyla “yukarıyı” işaret ederek kendi pespayeliğine Allah’ı tanık göstermeye sığındı. “Valla faulü Ahmet yaptı, yukarıda Allah var!” gibisinden bir hareketle…

Zagor’un Sözü
O zaman biz de seni Allah’a havale ediyoruz Fırat Aydınus, seni vicdanınla baş başa bırakıyoruz! Ama artık gözümüz de üzerinde olacak, imkân olduğunca, hakemi olduğun maçları izleyip senin seyri-seferini burada deşifre edeceğiz!
Bu da “Zagor’un sözü olsun”…

2 Kasım 2008 Pazar

yenilgi

Bir Teselli Ver
Üçte üç yaptık. Ama yenilgide… Ne zamandır böyle kötü bir dönem geçirmiyorduk. En son kapanmaya giden senede böyle fena bir seriye tutulmuştuk.
Düzelmenin işaretleri var mı peki? Eldeki kadroyla yok bence. Bu yalnızca futbolcu niteliğinden kaynaklanan bir problem değil. Mevkilerde açıklar var. O da ancak transferlerle düzelir, bildiğiniz gibi…
Rakip belli bir güçte, bizdeki durum da malumunuz.

Hakan Hacıbektaşoğlu
Manisa - Adana maçına bakacak olursak ilk söyleyeceğim isim Hakan olur! Maç boyunca nasıl mücadele edilir, bunun bir resitalini yaptı Hakan!
• Koşabileceği kadar koştu,
• Bu yetmez elbette, takımı atağa kaldırdı,
• Dönüp defansa yardım etti,
• Hücum oyuncularına destek verdi,
• Kanat oyuncusu gibi kenarlardan top taşıdı,
• Şut çekti.
Diyeceksiniz ki orta sahada oynayan bir futbolcunun bunları doğal olarak yapması beklenir… Veya herhangi bir futbolcunun takımına bunlara yakın düzeyde bir katkı sağlaması gerekir…
Haklısınız!

Ahmet Yıldırım
Hakan’a eklenecek bir başka isim Ahmet Yıldırım olurdu. 34 yaşındaki Ahmet Yıldırım da nasıl oynanması gerektiğine dair 90 dakikalık bir ders verdi adeta. Cem Karahan’ın ondan öğrenmesi gereken çok şey vardı bu maçta.

Cem Karahan
Ne yazık ki Hüsnü Özkara’nın büyük umutlarla transfer ettiği Cem Karahan oyunda kaldığı süre boyunca hemen hemen hiçbir işe yaramadı.
Yukarıda saydığımız o olağan işlerin bir tekini yapsaydı bu maç yine de farklı olurdu.

Maç
Manisa’nın girdiği gol pozisyonları, lehlerine sonuçlansaydı “tarihi fark” diye bir başlık atmamız gerekebilirdi. Biz elde ettiğimiz birkaç pozisyonu idareli kullandık ve bu hafta (eski deyimle söyleyelim) “şerefli bir mağlubiyet” aldık!

Hoca
Hocayı eleştirimiz “o Cem’e nasıl bu kadar dayandı?” noktasında olur, bir de Onur yerine Kerem giremez miydi? Bunun dışında onun yapabileceği ne vardı ki bu kadroda! Mustafa Çapanoğlu’nun takım için yapabileceği en büyük iş takımdaki savrukluğu toparlamak olur, daha çok kaynaşmış bir futbolcu topluluğu kurmak… Yoksa ne Eyüp Hoca’yı ne de Mustafa Hocayı sorumlu tutabiliriz hal ve gidişten (öfkemiz kime biliyorsunuz). İşte bundan sonra tüm sorumluluk başkanımıza düşmektedir. Alınacak her kötü sonuçta yavaş yavaş o eleştiri odağına gelecektir. Dilerim işler o noktaya hiç varmaz.

Emre
Emre’nin 8. dakikada üst üste iki sarı kartla oyun dışı kalmasını hala anlayamadım. O arada ne oldu da 2. sarı çıktı sahneye? Anlayamadım. Maçı birlikte izlediğimiz hiç kimse anlamadı. O Fırat Aydınus’a da bir çift lafımız olacak, yarın… (Bu öfkeyle yazarsam “banlanırız” sonra kaplanpenche olarak: ))

Teselli
8 dakika uzatma oldu toplamda. Ve Adanaspor’umuz tam 90 dakika 10 kişi oynadı. Tüm eleştirilere rağmen, içinde bulunduğumuz koşullara göre konuşursam, “bittiğimizin resmidir” denecek seviyede bir maç oynamadık. Emre oyunda kalsaydı, Hakan ve Ahmet’e o civarda iki oyuncu kendi kapasitelerini biraz zorlayarak destek verseydi, bu karşılaşma yenilgimizle sonuçlanmazdı. Ve fakat 3-0’ı 3-2’ye getirmek hepimizde önümüzdeki Ordu maçı için iyimser bir hava yarattı. Bu da “haftanın kârı” olsun: ))

1 Kasım 2008 Cumartesi

filmin sonunu beklemek



Hani kahramanımız film boyunca türlü eziyetlere katlanır ya; ezilir, itelenir, ötelenir, haksızlığa uğrar. Biz de bunları hem üzülerek izleriz hem de sabırla.

Üzülürüz, kahramanımızın (buradaki kahramanın anlamı "karakter" olarak belirlenmiştir) o içler acısı hali kanımıza dokunur çünkü. Sabrederiz, biliriz ki o önünde sonunda son sözünü söyleyecektir. Yoksa hikaye eksik kalır.

Kalkıp bir tokat atacaktır çatıştığı karaktere, kasabaya dalıp haydutları silkeleyecektir, "Baba" gelip hesap soracaktır ailesini dağıtanlardan bir Yılmaz Güney filminde, ne bileyim en azından maraba Kemal Sunal puşt ağa Şener Şen'e bir çift laf edecektir. Belki nallayacaktır onu... Öyledir işler, hikayenin gereği budur.

Silkinip düze çıkacaktır da ,işte, Adanaspor... Başka türlüsü eşyanın tabiatına aykırıdır. Ama biraz sabır, filmin sonunu beklemeli, değil mi!