30 Ekim 2008 Perşembe

don kişot diyor ki


Şeytanın Düşündürdüğü

Şimdi masum masum izliyoruz şu futbol âlemini. Ama her şey bizim düşündüğümüz, zannettiğimiz gibi mi acep?
Şeytan soktu aklımıza, yoksa biz düşünmezdik bunları.
Şöyle; federasyonun yeni başkanı, Altay’ın eski başkanı. Acaba diyoruz, şu “cesur” hakemler, bizim maçlarda davrandıkları kadar rahat davranabilirler mi o takımın maçlarında? En azından bize gösterdikleri kadar sarı kart, kırmızı kart gösterebilirler mi? Veya yarısı kadar?
TFF’ye baktık örneğin bir tane bile kırmızı kartları yok. Ne güzel bir şey ama değil mi, şampiyonluğa giderken böyle kazasız belasız yol almak!
Aklımıza durup durup Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanı olan K. Unakıtan’ın bir küçük desteğiyle kendini süper ligde bulan bir Eskişehir örneği geliyor. Sen onca yıl alt liglerin müdavimi ol, sonra da… Aynı yıl bir başka bakanın bakmasıyla yine süper lige süper bir dönüş yapan Antalya örneği geliyor. Bakın Kürşat Tüzmen’in İdman Yurduna… Maşallahları var, nazar değmesin… Hayır, şeytan dürtüyor. Her şey tertemiz gelişiyor ülkemin futbolunda, şaibesiz, şeytan işte rahat bırakmıyor.
Ya da biz takımımızın bu halini kabullenemeyip saldırıyoruz sağa sola…
Tamam, Adanaspor bu sezon gerçekten fena gidiyor ama hakem facialarını da yok saymak zalimce bir özeleştiri olur. Onca emeğe ayıp etmiş oluruz.
Meraktan soruyorum, ilk maçımızın hakemi ile son maçımızın hakemi o bir kamyon kartın ne kadarını gösterebilirler hem de aynı maç koşullarında bir Altay’a, bir Kasımpaşa’ya?
Bize hala Uzanlardan dolayı sallayanlar liglerdeki şu pespayeliği göremeyecek kadar kör mü acep? Biz o dönemin bedelini kapanarak ödedik diyelim hadi, peki bu muhteremler nasıl ödeyecek hükümet, federasyon takviyeli olmanın vebalini? Yok mu öyle bir vebal? Olmasın be, biz yüzümüzün akıyla boğuşalım şu liglerle!!!
Neyse, bolgumuzu izleyip Adanasporlu olmayan arkadaşların affına sığınıyoruz, ama şu kötü gidişin üzerine bir de hakem zulmü gelince böyle fevri yazılar yazıyoruz en öznel halimizle: ))
İnanın derdimiz ne Altay’la ne de Eskişehir’le, Mersin’le… Adaletli olamayan futbol ilahlarıyla, kontlarıyla, asilleriyle, fedaileriyle, tetikçileriyle…derdimiz…

29 Ekim 2008 Çarşamba

adanaspor'u sev


Kendini değil Adanaspor’u sev;

Ki nihayetinde de sevinen sen olacaksın.


O maça dair hırslarını sevme, Adanaspor’u sev;
Günü kurtarma derdinde olmadan sev,
Yoksa yarınlar da gider, derken
Sevecek bir Adanaspor da kalmaz (yine).
Bu şehirdeki tatlı çekişmenin kurbanı etme tutkunu,
Arkadaş takılmalarından o haftalık da olsa paçayı kurtarmayı sevme,
Adanaspor’u sev,
İki senedir bu sevginin şenliğini yaşadın da…
Puan cetvelini sevme -şimdilik-
Takıma esip gürlemeyi sevme,
Her atak gol olacak, düşüncesini sevme,
Hemen gol olsun, hissini sevme,
Hep önde olacağız takıntısını sevme,
Futbolda dün yoktur, vefasızlığını sevme,
Desteklemek yerine, kontrol edemediğin ve aslında farkında olmadığın kösteklemeyi sevme…
Hiddetini sevme… Tam da o andayken duyguların, onu sevme işte,
Adana turuncudur, demeyi sev,
Güzel günlere inanmayı sev,
Sahaya çıkan her bir futbolcunun Adanasporlu olduğunu bil,
Onun yanında olduğunu hissettirmeyi sev…
Adanaspor’u sev;
Çünkü sonunda sevinen yine sen olacaksın…


Not: Bu sitemin içinde biz kendimiz de varız. Yukarıdaki eleştirinin muhatabı aynı zamanda bu satırları yazandır. Kendimizi o öfkeli kitleden soyutlayıp ideal taraftar numarasına yatmadan içimizden süzdüğümüz duyguları sorguluyoruz.

kahramanlık ve vicdan muhasebesi


Kahramanlık

Kahraman arayıp bulup olmazsa yaratıp onun peşinden gitmek insanoğlunun kanında var. Bu, yalnızca bize özgü bir olgu değildir; Almanların Nibelungen’i, İngiliz’in Boewulf’u, Rus İgor, İspanyol’da Rodrigo, bizde Oğuz Kağan, öteden beri, kahramanlara duyulan ihtiyacın anlatılarıdır.

Hele Amerikalıların çerden çöpten türlü kahraman yaratmaları ayrı bir mizah konusu değil midir?

Her ulus, her çağ kahramanını yaratır, onu “dini-milli” motiflerle bezer ve kutsar. Ama işte günümüzde bu kahramanlık işi biraz sakattır. Her şey o kadar göz önündedir ki şu medeniyet dediğimiz fena dişli canavar herhangi bir illüzyonu anında madara eder. Bunu bir yana bırakalım, benim kahramanım herkesin kahramanı değildir, bu bile kahramanlığı tek başına anlamsızlaştırabilir. Örneğin Keşanlı Ali, Sinekli halkının kahramanıdır ve hatta efsunludur, ona kurşun da işlemez. Fakat Cafer’in umurunda bile değildir bu durum, Keşanlı’ya meydan okur, onu doğrayacaktır. Tehlikenin hakikaten bu boyutta olduğunu en azından kendine itiraf edebilen Keşanlı Ali bu meydan okumayı bacakları titreyerek kabul eder, etmek zorunda kalır, çünkü ortada bir destan vardır. Neyse, talihi rast gider de Cafer’i öylece alt eder ve destan kurtulur. Ama bu da sonuçta bir kurmacadır, gerçek böyle midir? (bakınız: Keşanlı Ali Destanı/ Haldun Taner)

Futbolun Kahramanı

Dönelim bir kendi futbol kahramanımıza! Talihin de önemli desteğiyle bir yerlere gelinmiş, sonra hep kör topal mesafe kat edilmiş… Tamam, her kahramanlık hikâyesinin içinde bir ton olağanüstülük vardır, vardır da bunların hepsi tarih öncesi dönemlerde vardır, bir de kurmacalarda... 2008’in dünyası bu olağanüstülüğe itibar etmez, etmemeli de… Yani bugünün hayatı güler geçer ona, çünkü hayatımızı gayet mantıklı bir içimde ören “neden sonuç ilişkileri” diye bir olgu vardır. Ki kahramanlık kendi başına yol alan bir araba değildir, onun bir alay aparatı vardır, hele günümüzde… TV’si vardır, gazetesi vardır, pazarlanması vardır, müritlerce uçurulması vardır, vardır işte…

Hem kahramanlık dediğimiz şey kamu vicdanında pozitif bir işarete denk gelmez mi? Kahramanlık o kamu vicdanı ile çatışmaz, çelişmez, orayı zedelemez; varlığı o kamunun varlığına, huzuruna, selametine bağlıdır çünkü. Siz hiç halksız bir kahraman duydunuz mu? [Peki, “halkı açken kendisi tok uyuyan” mıdır kahraman? (belki de aşırı bir toklukla uyuyamayan…)]

Hedefe yaklaşalım yavaşça, en yanıtlanabilir yandan bakalım; tribünde veya TV’de bir seyirci yoksa futbolda yoktur. Dolayısıyla futbolumuzun milli kahramanının cebine (hayır, hiçbir cep o kadar parayı alamaz, kasasına…) girecek o kadar para da yoktur, o kamu olmazsa. Aylık 260 bin ytl (miydi neydi, kafamız karıştı, hesabımız şaştı) yazıyla, iki yüz altmış bin yeni Türk lirası , yıllık bir trilyon bilmem kaç milyar lira… (“Ne var; sponsorlar, gelirler, üstelik Avrupa başarıları filan var, hak ediliyor o para”, hem sanal kahraman Polat dizi başına onca para alırken, demeyin içinizden bir yerden, bu ülkede hiç kimsenin o kadar parayı milli bir futbol antrenörlüğünde hak etmeye hakkı yoktur!) Bencileyin, sencileyin birinin cebine kaç bin yılda ancak uğrar bu miktar bir para… Yani kamunun bir parçası olan herhangi bir işçinin, memurun, öğretmenin, profesörün, hekimin, esnafın, emeğiyle geçinenin cebine… ( ki oradaki nicelikte benim vergilerimden az da olsa bir miktar varsa onu helal etmeme eğilimindeyim şahsen…)

Kahramanlığın Çelişkisi

Kahraman ve kamu bu yaman çelişkiyle nasıl bir araya gelebilir gayri? Ben olsam, konu komşu kamunun zamansız ve sık ziyaretlerinden de bıkıp, ulan şu paranın tadını bir çıkaramadık deyip satarım anasını satayım Bodrum’daki o mütevazı evi; sanat, sanat içindir der fildişi kulelere çekilirdim; Anadolu’yu bilmeyen yazarların, Anadolu’yu anlatma çabasındaki garipliğe düşmeden; halkın bağrından kopmuş bir adam tarzındayım, delikanlının da hasıyım’ın artistik pozlarını takınmadan, halkın herhangi bir ferdinin ancak –hayatımızı bir zehirli sarmaşık olup saran- şans oyunlarında hayal edebileceği bir “serveti” tek senede, ama hakikaten “hiçbir şey yapmadan” cukkalamanın “gönül rahatlığını bozmazdım. Üç kuruşa bir tür kamu görevi yaparken soru sormaya da korkan gazetecilere dehşet saçmazdım, rakip takımların futbolcusuna, hocasına esip gürlerken en azından kendi kamuma bunu yapmazdım, canım onca paranın ağırlığı azıcık da olsa hissettirirdi kendini üzerimde vicdanen filan... ( ‘vicdan’ deyip duruyoruz ya, neymiş şu kelime deyip sözlüğe baktık: “Kişiyi kendi davranışlarıyla ilgili olarak bir yargıda bulunmaya yönelten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerinde dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan, kişiye doğruyu ve iyiyi yapma yükümünü de yükleyen içsel güç” diyor, valla öyle diyor hiçbir şey eklemedim bu tanıma. Bakınız: Türkçe Sözlük, Ali Püsküllüoğlu). Ne bileyim, sıkışınca bağırmazdım haklı olmak için. Ama ülkemde, ne hazindir ki, parası olan haklıdır.

Lakin yukarıda da bahsettik ya, kahramanlığın-kahramanın elde patlaması da vardır. Sonuçta 21. yüzyılda o kahraman sadece bir üründür.

Siyaseten Kahraman

Bakın Akp’nin kahramanına… Yahu, “Adana’da havalar hala çok sıcak.” diyecek olsak hazret oradan bizi azarlayacak. “Yaylaya çıkın, Kızıldağ’a gidin, ekmek yoksa pasta yiyin.” filan diyecek. Kahraman ya, salacak kılıcını küffarın üzerine. ( Bu arada kim benim gibi değilse, bana yakın değilse, bana biat etmiyorsa o küffardır! diye yorumlanıyordur.)

Kahraman dediğin halkın halini bilir, ağlayanın gözyaşlarını siler, ensesine şaplağı indirmez! Derdine derman olur, en azından olmaya çalışır. Bakın Deli Dumrul’a; oba halkı bir yiğidine ağıt yakarken o, buna sebep olan Azrail’e meydan okur. Sonra da başına belalar açar. Kurtulana kadar akla karayı seçer. Hiç olmazsa bir şeyler yapmaya çalışmıştır. ( Fakat bizimkiler bu hikâyenin “geçenden üç akçe, geçmeyenden beş akçe” kısmına takılmışlar.)

Çok mu dağıttık? Değil aslında! Mevzuumuz kahramanlık. Kadim zamanların kahramanlarını okuyup bugünün sahte kahramanlarına bakıyoruz.

Ne Görüyoruz

* Bakarken bir milletin uyuyuşunu görüyoruz.

* Kifayetsiz muhterislerin -iş boylarını aşınca- nasıl bir öfke nöbetine tutulduklarını görüyoruz.

* Kahramanlığın bir vicdan meselesi olmaktan çoktan çıkıştığını, bir cüzdan meselesine dönüştüğünü görüyoruz.

* Paranın kamuyu filan tanımadığını, onla tanışmadığını, bilmediğini, hatta sokakta bile karşılaşmadığını görüyoruz.

* En fazla bağıranın en haklı sayıldığını görüyoruz.

** Netice itibariyle kahramanlığın futbolda, siyasette, sinemada, memuriyette, sokakta bir anlam taşımadığını, taşımaması gerektiğini; aksi takdirde bir başka iltimas dönüştüğünü görüyoruz.

Ne Diyoruz

Kahramanlığa ihtiyaç duyulmayan bir hayat olsun diyoruz!

kriz


Dünyanın yaşadığı bir ekonomik kriz değil başlıktaki. O da bizi ilgilendiriyor tabi ki bir dünyalı olarak. Yakında bir vatandaş olarak da muhatap olacağız kendisiyle. Dileriz kötü şeyler yaşanmaz, ama bu işler dilekle milekle olmuyor. Önlemler gerekiyor, profesyonel düzeyde.

Şimdiki zaman itibariyle bizi Adanaspor'umuzun yaşadığı kriz ilgilendiriyor. Burada da işler dilekle temenniyle düzelecek gibi değil. Acilen profesyonel önlemler Adanaspor'da da kaçınılmaz, hatta mecburi...
İş işten geçmeden...
Keşkelere kalmadan...
Kaşıkla topladığımızı kepçeyle vermeden...
Taraftar olarak sakinliğimizi korusak da büyüklerimizden içimizi rahatlatacak önlem paketi imaları bekliyoruz.
Bir umut yani... ama yoksulun ekmeği olmayanından...
Gelişmeleri derinleşen Adanaspor aşkıyla bekliyoruz...
ve her yenilgide bu takımı daha çok seviyoruz bre, daha çok seviyoruz...Bu takımı sevmeyi bir "tarz" diye belleyerek...

23 Ekim 2008 Perşembe

bitmedi


Şimdi en tanıdık anlamıyla kelimelerin “el ele olmalı” birlik olmalı yani, bir olmalı; biricikliğinin tek başınalığında Adanaspor’un daha çok Adanasporlu olmalı; unutup kırgınlıkları, küskünlükleri tribünde, sahada, kulübede, evde... Nazım Usta’nın deyişiyle “bir ağaç gibi hürken bir orman gibi kardeşçesine” omuz omuza olmalı; belki bir sevgiyi bundan böyle inatçı bir aşka dolamalı; daha çok yürümeli, hayır daha çok koşmalı, bağırmalı ama bir tutkuyla bağırmalı; kitabımızda kimselerle düşmanlık yok, ve fakat bu zalim hissi birbirimizden de uzak tutmalı, bayrağı daha yüksekten sallamalı, dalgalandırmalı bize dair şarkılarla, yolunu kaybetmeden yol almalı… direnmekse bu meselenin bir başka adı, okyanusu aşıp da derede boğulmamalı…

Unutmayın; sessiz bir keder, sözsüz bir şiir bizimki…

“...yenildik, her şey bitti…” de deme bana!

Kalbim hiç bitmedi ki!