29 Ekim 2008 Çarşamba

kahramanlık ve vicdan muhasebesi


Kahramanlık

Kahraman arayıp bulup olmazsa yaratıp onun peşinden gitmek insanoğlunun kanında var. Bu, yalnızca bize özgü bir olgu değildir; Almanların Nibelungen’i, İngiliz’in Boewulf’u, Rus İgor, İspanyol’da Rodrigo, bizde Oğuz Kağan, öteden beri, kahramanlara duyulan ihtiyacın anlatılarıdır.

Hele Amerikalıların çerden çöpten türlü kahraman yaratmaları ayrı bir mizah konusu değil midir?

Her ulus, her çağ kahramanını yaratır, onu “dini-milli” motiflerle bezer ve kutsar. Ama işte günümüzde bu kahramanlık işi biraz sakattır. Her şey o kadar göz önündedir ki şu medeniyet dediğimiz fena dişli canavar herhangi bir illüzyonu anında madara eder. Bunu bir yana bırakalım, benim kahramanım herkesin kahramanı değildir, bu bile kahramanlığı tek başına anlamsızlaştırabilir. Örneğin Keşanlı Ali, Sinekli halkının kahramanıdır ve hatta efsunludur, ona kurşun da işlemez. Fakat Cafer’in umurunda bile değildir bu durum, Keşanlı’ya meydan okur, onu doğrayacaktır. Tehlikenin hakikaten bu boyutta olduğunu en azından kendine itiraf edebilen Keşanlı Ali bu meydan okumayı bacakları titreyerek kabul eder, etmek zorunda kalır, çünkü ortada bir destan vardır. Neyse, talihi rast gider de Cafer’i öylece alt eder ve destan kurtulur. Ama bu da sonuçta bir kurmacadır, gerçek böyle midir? (bakınız: Keşanlı Ali Destanı/ Haldun Taner)

Futbolun Kahramanı

Dönelim bir kendi futbol kahramanımıza! Talihin de önemli desteğiyle bir yerlere gelinmiş, sonra hep kör topal mesafe kat edilmiş… Tamam, her kahramanlık hikâyesinin içinde bir ton olağanüstülük vardır, vardır da bunların hepsi tarih öncesi dönemlerde vardır, bir de kurmacalarda... 2008’in dünyası bu olağanüstülüğe itibar etmez, etmemeli de… Yani bugünün hayatı güler geçer ona, çünkü hayatımızı gayet mantıklı bir içimde ören “neden sonuç ilişkileri” diye bir olgu vardır. Ki kahramanlık kendi başına yol alan bir araba değildir, onun bir alay aparatı vardır, hele günümüzde… TV’si vardır, gazetesi vardır, pazarlanması vardır, müritlerce uçurulması vardır, vardır işte…

Hem kahramanlık dediğimiz şey kamu vicdanında pozitif bir işarete denk gelmez mi? Kahramanlık o kamu vicdanı ile çatışmaz, çelişmez, orayı zedelemez; varlığı o kamunun varlığına, huzuruna, selametine bağlıdır çünkü. Siz hiç halksız bir kahraman duydunuz mu? [Peki, “halkı açken kendisi tok uyuyan” mıdır kahraman? (belki de aşırı bir toklukla uyuyamayan…)]

Hedefe yaklaşalım yavaşça, en yanıtlanabilir yandan bakalım; tribünde veya TV’de bir seyirci yoksa futbolda yoktur. Dolayısıyla futbolumuzun milli kahramanının cebine (hayır, hiçbir cep o kadar parayı alamaz, kasasına…) girecek o kadar para da yoktur, o kamu olmazsa. Aylık 260 bin ytl (miydi neydi, kafamız karıştı, hesabımız şaştı) yazıyla, iki yüz altmış bin yeni Türk lirası , yıllık bir trilyon bilmem kaç milyar lira… (“Ne var; sponsorlar, gelirler, üstelik Avrupa başarıları filan var, hak ediliyor o para”, hem sanal kahraman Polat dizi başına onca para alırken, demeyin içinizden bir yerden, bu ülkede hiç kimsenin o kadar parayı milli bir futbol antrenörlüğünde hak etmeye hakkı yoktur!) Bencileyin, sencileyin birinin cebine kaç bin yılda ancak uğrar bu miktar bir para… Yani kamunun bir parçası olan herhangi bir işçinin, memurun, öğretmenin, profesörün, hekimin, esnafın, emeğiyle geçinenin cebine… ( ki oradaki nicelikte benim vergilerimden az da olsa bir miktar varsa onu helal etmeme eğilimindeyim şahsen…)

Kahramanlığın Çelişkisi

Kahraman ve kamu bu yaman çelişkiyle nasıl bir araya gelebilir gayri? Ben olsam, konu komşu kamunun zamansız ve sık ziyaretlerinden de bıkıp, ulan şu paranın tadını bir çıkaramadık deyip satarım anasını satayım Bodrum’daki o mütevazı evi; sanat, sanat içindir der fildişi kulelere çekilirdim; Anadolu’yu bilmeyen yazarların, Anadolu’yu anlatma çabasındaki garipliğe düşmeden; halkın bağrından kopmuş bir adam tarzındayım, delikanlının da hasıyım’ın artistik pozlarını takınmadan, halkın herhangi bir ferdinin ancak –hayatımızı bir zehirli sarmaşık olup saran- şans oyunlarında hayal edebileceği bir “serveti” tek senede, ama hakikaten “hiçbir şey yapmadan” cukkalamanın “gönül rahatlığını bozmazdım. Üç kuruşa bir tür kamu görevi yaparken soru sormaya da korkan gazetecilere dehşet saçmazdım, rakip takımların futbolcusuna, hocasına esip gürlerken en azından kendi kamuma bunu yapmazdım, canım onca paranın ağırlığı azıcık da olsa hissettirirdi kendini üzerimde vicdanen filan... ( ‘vicdan’ deyip duruyoruz ya, neymiş şu kelime deyip sözlüğe baktık: “Kişiyi kendi davranışlarıyla ilgili olarak bir yargıda bulunmaya yönelten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerinde dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan, kişiye doğruyu ve iyiyi yapma yükümünü de yükleyen içsel güç” diyor, valla öyle diyor hiçbir şey eklemedim bu tanıma. Bakınız: Türkçe Sözlük, Ali Püsküllüoğlu). Ne bileyim, sıkışınca bağırmazdım haklı olmak için. Ama ülkemde, ne hazindir ki, parası olan haklıdır.

Lakin yukarıda da bahsettik ya, kahramanlığın-kahramanın elde patlaması da vardır. Sonuçta 21. yüzyılda o kahraman sadece bir üründür.

Siyaseten Kahraman

Bakın Akp’nin kahramanına… Yahu, “Adana’da havalar hala çok sıcak.” diyecek olsak hazret oradan bizi azarlayacak. “Yaylaya çıkın, Kızıldağ’a gidin, ekmek yoksa pasta yiyin.” filan diyecek. Kahraman ya, salacak kılıcını küffarın üzerine. ( Bu arada kim benim gibi değilse, bana yakın değilse, bana biat etmiyorsa o küffardır! diye yorumlanıyordur.)

Kahraman dediğin halkın halini bilir, ağlayanın gözyaşlarını siler, ensesine şaplağı indirmez! Derdine derman olur, en azından olmaya çalışır. Bakın Deli Dumrul’a; oba halkı bir yiğidine ağıt yakarken o, buna sebep olan Azrail’e meydan okur. Sonra da başına belalar açar. Kurtulana kadar akla karayı seçer. Hiç olmazsa bir şeyler yapmaya çalışmıştır. ( Fakat bizimkiler bu hikâyenin “geçenden üç akçe, geçmeyenden beş akçe” kısmına takılmışlar.)

Çok mu dağıttık? Değil aslında! Mevzuumuz kahramanlık. Kadim zamanların kahramanlarını okuyup bugünün sahte kahramanlarına bakıyoruz.

Ne Görüyoruz

* Bakarken bir milletin uyuyuşunu görüyoruz.

* Kifayetsiz muhterislerin -iş boylarını aşınca- nasıl bir öfke nöbetine tutulduklarını görüyoruz.

* Kahramanlığın bir vicdan meselesi olmaktan çoktan çıkıştığını, bir cüzdan meselesine dönüştüğünü görüyoruz.

* Paranın kamuyu filan tanımadığını, onla tanışmadığını, bilmediğini, hatta sokakta bile karşılaşmadığını görüyoruz.

* En fazla bağıranın en haklı sayıldığını görüyoruz.

** Netice itibariyle kahramanlığın futbolda, siyasette, sinemada, memuriyette, sokakta bir anlam taşımadığını, taşımaması gerektiğini; aksi takdirde bir başka iltimas dönüştüğünü görüyoruz.

Ne Diyoruz

Kahramanlığa ihtiyaç duyulmayan bir hayat olsun diyoruz!

Hiç yorum yok: